Dervişin S/Özü | Tamer Dursun

Annem bundan otuz yıl önce bir çamaşır makinesi almıştı.
Geçenlerde halen aynı makineyi kullandığını söyleyince, ağzım açık kaldı. Bir makine nasıl otuz kullanılır? Biz unuttuk böyle şeyleri. Bu zamanda herşey ve herkes çabuk bozuluyor.
Elektrikli eşyalar üretilirken, en fazla iki üç dayanabilecek şekilde yapılıyor. Daha cep telefonun taksidi bitmeden, telefonun kendisi bitip tükeniyor. İnsan da öyle. Öyle eskisi gibi uzun uzun süren dostluklar kalmadı. Akşam aynı masada oturup sohbet ettiğimiz insan, sabah uyandığında bizi hatırlamayabiliyor. Niyetin ömrü, elektrikli eşyanın ömrü kadar bile değil. Niyetler de, içilen sigara bitene kadar. Niyetler de çabucak bozuluyor.
Kapitalizm böyle bir şey işte. Mal çabuk bozulsun ki, sistem daha çok satış yapsın. İnsan da bozulsun ki, sistem daha çok hükmünü sürsün.
***
Ülke ülke değil, yarı açık cezaevi.
***
Pazarcı bir arkadaşla karşılaştım.
“Siz şair yazar takımını anlamak zor. dedi. “Neden?” diye sordum. “Pazarda meyve sebze fiyatlarını bile okumaya üşenip kaç para olduğunu soran insanlar, kitaplarınızı alıp okumuyor diye gönül koyuyorsunuz. Garip.”
“Sen de haklısın.” dedim.
***
Aslında, yoksulluk dediğimiz şey hayallerimizin bitip tükenmesidir ve hani bizler dilenciliği de “para istemek” sanıyoruz ya, işte, o da öyle bir şey değil. Dilencilik de, yaşamak için bir sebebe muhtaç kalmaktır. “N’olur bana yaşamak için bir sebep söyleyin, yalvarırım size.” demeye başladığımızda, yoksulluk ve dilencilik de başlamış oluyor. Elbette dilenmeyen yoksulllar da var!
***
Kendi hayatlarının bedelini ödemeye cesaret edemeyenler, her zaman başka hayatların bedelini öder.
***
Aramızdan kim mutsuz, kim hüzünlü, huzursuz ve kırık dökükse, ona hasta muamelesi yapıyorlar. Oysa bizler hasta değil, gerçekçiyiz. Bugün, günde elli cente fabrikalarda, atölyelerde on beş saat çalıştırılan çocuklar varken, dünyanın çoğunluğu açsa, açıktayken, hastalıktan kırılırken, her yerde bir başka savaş varken, kadınlar öldürülürken, hayvanlar katledilirken, doğa yokedilirken, neyin huzurunu yaşayabiliriz ve nasıl mutlu olabiliriz? Derdimiz var bizim. Sıkıntımız, huzursuzluğumuz ve mutsuzluğumuz var. Çünkü insanız biz canım, canımız acıyor.
***
Yıllar önce bir tiyatro ekibimiz vardı. Ekibe yeni gelen, otuzlu yaşlarda bir baba üstlendiği rolde çok iyi bir performans sağlamıştı. Sahneden çıkarken kulis kapısında karşılaştık. Oyunun yönetmeni olarak ona sarıldım ve “Harika bir iş çıkardın.” dedim.
Ardından salondan çıkıp, evlere dağılacağımız sırada, bahsettiğim oyuncu baba koşarak yanıma geldi. Gözleri dolmuştu. “Ben…” dedi “Ben yıllar sonra nihayet bu akşam çok mutlu ve huzurlu uyuyacağım. Bilmeni istedim ustam.” dedi. Şaşırdım.
“Neden?” diye sordum.
“Uzun zaman sonra ilk defa döktüğüm alınteri, verdiğim emek ve ortaya koyduğum iş övüldü ve bunu sen yaptın. Çok ama çok teşekkür ederim. Anladım ki, yaşımız kaç olursa olsun, bir yanımız hep övülmeye, değer görmeye aç.” dedi en çocuk gözleriyle.
Gittikten sonra oyuncunun bu dediklerini çok düşündüm. Gerçekten de çok doğruydu ve o sırada annem aklıma geldi. Çocukken, masadan tabağımı kaldıran anneme ilk defa “Eline sağlık ann, yemeğin muhteşem olmuş.” dediğim anda annemin kontrol edemediği sevincini hatırladım. Horlanan, itilip kakılan, ezilen, yok sayılan ve yaşamları heder edilen milyonlarca kadını düşündüm. Oysa ne de kolaydır onların yüzünü güldürmek.Bir “teşekkür”, bir “sağ olasın”, bir “varlığın önemli” ya da “sen cansın can.”…İnanın maldan, mülkten, paradan ve altından çok daha önemli ve değerlidir.
***
Dünya üzerinde dönen savaşlar artık eskisi gibi tankla, tüfekle, orduyla yapılmıyor. Günümüzde en büyük savaşlar başka toplumlarda yaratılan kültür erozyonuyla, yozlaştırmayla, aptallaştırmayla, tüketime tutsak etmeyle, insanların aralarına nifak sokmayla, ayrıştırmayla, birbirlerine düşman etmeyle gerçekleşiyor ve bizim “gelişmiş ülkeler” dediklerimiz, sefa sürdükleri o muhteşem hayatlarını, bizim acılarımızın, sancılarımızın, yaralarımızın ve feryatlarımızın üstüne inşa ediyorlar.
Neden?
Çünkü bu ülkelerin ayakta kalabilmeleri için iki önemli şeyi pazarlamak zorundalar. İlaç ve silah.
Ya hasta olacağız ve savaşacağız.
Yolu yok!
***
Hep öyledir. Tam ısınıyorum dersin kömür, tam yaşıyorum dersin ömür biter.
***
Daha dün, “Yapamazsın, edemezsin, başaramazsın,… Sen bırak ben yaparım… Aman uzak dur… Dikkat et düşme,… Kandırırlar şimdi seni… Aptal, becereksiz, gerizekalı…” diyerek kanatlarını kırdıklarımızdan, bugün uçmalarını bekliyoruz. Ne acı!
***
Zamanında ilkokula bile gönderilmemiş, dört çocuk annesi bir kadıncağızdı. Sanki çektiği eziyetler yetmezmiş gibi, eşi de bir kadına tutulmuş, onu ve çocukları bırakıp gitmişti.
Adam bir süre sonra hem paraları tüketip, hem de elden ayaktan düşünce, uğruna ailesini terkettiği kadın “Ben seninle uğraşamam” diyerek, onu kapının önüne koymuştu.
Ortada kalan adam geri dönmek istiyordu.
Şakayla karışık, o bırakıp gittiği kadına “Abla, seninkisi dönmek istiyormuş. Ne düşünüyorsun, eve alacak mısın?” diye sordum.
O tek kelime okuma yazma bilmeyen kadın döndü ve bana belki de romanlara denk bir laf etti.
“Kusura bakmasın Tamer abi. Ben kimsenin yara bandı değilim. Yarayı kim açtıysa, ona gitsin.”
***
Bir kuru dalı ortasından kırar gibi kırıyorlar umutları.
Yazgı diyemesek de, ilkin hep gül yüzlü çocuklar ölüyor.
***
Çocuklar çocukları öldürmeye başladıysa, bu biz yetişkinlerin yüzünden. Şiddet gören, itilip kakılan, canı acıtılan, sevilmeyen, insan yerine konmayan, insanlık onuru ayaklar altına alınan bugünün çocukları, biraz büyüseler, biraz güçlenseler, kendilerine yaşatılan travmaların hıncını dönüp başkalarından çıkarıyor, Dünün mazlumu, yarının zalimi oluyor.
***
Terliğin, çorabın, ayakkabının bile bir eşi varken, bizim bu yalnızlığımızın açıklaması olamaz.
***
Yanlış zamanlarda, yanlış yerlerde ve yanlış insanlarla olup doğru yaşamak istiyorsun. Bu dediğin, çorak topraklardan rengarenk çiçekler bitmesini umut etmek gibi bir şey.
Olmaz.
Hayatının akışını değiştirmek istiyorsan, sen önce kendini değiştirmelisin. Unutma, hayatın senin atındır ve o atı nereye sürersen, oraya gider.
Yıllardır, vizyonsuz, çapsız, ezik, kendiyle barışık olmayan, içleri hasetlik ve öfke dolu insanlara laf anlatmaya çalışıyorsun. Seni anlasınlar, sana değer versinler istiyorsun ama sen kendini ne kadar anlayıp, ne kadar değerli görüyorsun?
Özünü “Teneke” görene, kırk kere “Sen altınsın” denilse, ne fayda? Sen özünü sev, özüne inan, özünün peşinden yürü. El alemin gemisinde kaçak yolcu olacağına, kendi teknenin kaptanı ol.
Kendini bilmeyen, kainâtı bilse, ne olur ve yolun sonunda bir kallbe varamayan, Kâbe’ye varsa kime ne fayda?
***
Yanlış anlama. Ben sana “sakın yanma.” demiyorum. “İlle de yanıp küle döneceksen, külün yandığına değsin.” diyorum.
***
“Her insan bir kitaptır.” denildiğinde, sanki her insan tanınmalıdır, dinlenilmelidir ya da hayatımızın içine alınmalıdır diye bir sonuç çıkaranlar oluyor.
Bu çıkarım tamamen yanlıştır. Nasıl her kitap okunmak zorunda değilse, her insanla da tanış olmak zorunluluğu yoktur.
Rafta duran bir kitap düşünün. Rengi, adı, kapak görseli, arka kapak yazısı ya da yazar ilginizi çeker. Alırsınız ve ilk sayfaları okumaya başlarsınız ama bakarsınız ki, sayfaları çevirdikçe, kitap sizden uzaklaşmaktadır.
Ne yapacaksınız?
Buna rağmen sonuna kadar okumaya devam mı edeceksiniz?
İşyerinde, apartmanda, sokakta, okulda, büroda, toplantı ya da eğlencede, biriyle iletişime geçtiğinizi düşünün.
Sözleri, görünüşü, yaklaşımı, beden dili, anlatııkları, size ilginç gelmiştir. Onunla sohbete başlarsınız ama zaman geçtikçe, sohbet derinleştikçe ve hatta ilişki başka zaman/mekanlara taşındıkça, o insandan uzaklaştığınızı hisserdersiniz. Belki de, uzaklaşmaktan da ağır bir durum ortaya çıkabilir.
Bencil biri olduğunu anlamışsınızdır.
Ya da yalancı, güven vermeyen, narsist, lafını bilmeyen, kaba, çıkarcı, iki yüzlü… Bunlara rağmen, neden ille de o ilişkiyi devam ettirmek zorunda olduğunuzu düşünesiniz?
O kitap size göre değil.
O insan sizin dünyanızın insanı değil.
Kitap okunduğu kadarıyla ve insan tanındığı kadarıyla kalmalı.
Fazlası yüktür, ağrıdır, fuzuli emek ve zamandır.
“Her insan bir kitaptır.” ama bazı kitaplar okunmasa da olur.
Hatta bu tür kitaplar rafta bile boşu boşuna yer kaplamamalı!
Onların yerine okunacak kitaplar koymak, kendinize yapacağınız en büyük iyilik olur.
***
Biz sanki kalbimizin ne işe yaradığını unutmaya başladık. Sevmek, sevişmek, sevdiğine dokunmak, onu koklamak, koklaşmak…
Öyle ki, bir çiftin sokakta birbirlerine sokulmaları ya da öpüşmeleri, bir kadının sokak ortasında bir erkek tarafından dövülmesinden çok daha fazla ayıplanıyor. Hatta biraz daha ileri gideyim. Dayak yiyen bir kadını görmezden gelenlerin birçoğu rahatlıkla öpüşen bir çifte müdahale edebiliyor. Çünkü bizim buralarda sayıp sövmek normal ama sevdiğini göstermek ayıp ve günah!
***
“Vatan Bölünmez” diye diye memleketi bin parçaya böldüler. Sağ göz sola düşman!
***
Sanırım on dört ,on beş yaşlarındaydım.
Kocamustafapaşa gibi gelişmiş etmiş bir semtten, sokak aralarında ineklerin, kuzuların dolaştığı Güngören’e taşınalı birkaç ay olmuştu.
Bir akşam, babam beni lahmacun almaya gönderdi.
Kış vakti.
Çamurlara bata çıka, yakınımızdaki lahmacun dükkanına gittim. Siparişimi verdikten sonra da, bir sandalyeye oturup beklemeye başladım.
Birkaç dakika geçmemişti ki, kapı yavaşça açıldı ve tam da filmlerdeki gibi, akşam karanlığının, sisin ve kar tanelerinin altında bir kadın göründü.
Ben önce, bu şahane şeyin kadın olup olmadığını pek anlamadım.
Bir seksen boy, dalgalı saçlar, ince uzun topuklu parlak deriden çizme, boydan boya bir leopar desen bir manto, karanlığa inat takılmış siyah gözlük, kirveme diyeyim, burun, kaş, göz, yanak…
Ben o ana kadar, bunlara da “kadın” denildiğini bilmiyordum.
Biz zaten topu topu, lahmacun ustası ve sivilceli garsonu da sayarsak, beş sap, ağzımız açık, kapıdan bize doğru süzülerek gelen muhteşem detaya odaklandık.
Daha demin, öküz gibi, herkesin herkese laf yetiştirdiği lahmacuncuya birden gereksiz bir sessizlik çöktü. Çıt çııkmıyor, hatta sanki birisi çıt çıkarsa, kafa göz dalınacak gibi bir gerginlik var.
Duyulan tek şey, bu Afrodit’İn Güngören şubesi ablanın ayak sesleri.
Tak…tak…tak…
Hepimiz bir senfoniyi dinler gibiyiz.
Hani zaman dursun da, bu tak’lamalar ciğerimize ciğerimize saplansa hallerindeyiz.
Derken Afrodit abla, saçını savurarak yanımızdan geçti ve usta’nın yanına gitti. Aramızda nefes alan kaldı mı, emin değildi ama en azından usta’nın astım kaynaklı hırlamasını duyabiliyordum. Kadın ince ve uzun parmaklarıyla gözlüğünü kaydırdı ve ustayla göz göze geldiler.
Biz bir yutkunduk.
Yetmedi bir daha yutkunduk.
Baktım, benim hemen sağ masamda oturan amca, ağzında lahmacunun son parçası, yutkunamaz bir durumda.
Hepimiz bitmiş tükenmişiz.
Bütün umudumuz hırlayan usta.
Derken kadın itinayla göğüslerini tezgahın üstüne koyup, ustaya doğru eğildi.
Usta da ona doğru eğilecekti ama sanırım eğilmek için pek müsait değildi, öyle kaldı.
Ve kadının kalın, kan kırmızı dudaklarından “Kız lan usta, şurdan bana iki lahmacun attırıver ama bol sovanlı olsun he mi?” dedi. Usta, garibim sadece kafasını sallayabildi.
Garson bana baktı.
Ben yanımdaki amcaya baktım.
Amca ağzındaki lahmacunun son parçasına baktı.
Lahmacunun kimselere bakacak hali yoktu.
Hepimizin üstünde bir hayal kırıklığı.
Hepimiz, sanki yıllarca millet parkında yatıp yuvarlanmayı hayal etmiş ama en sonunda yiyecek ekmeğe muhtaç olmuş halk gibi, kendimizi kandırılmış hissediyorduk.
“Sovan” nedir be arkadaş!
Bu, daha demincek, kapıdan giren Afrodit bacı, ağzından çıkan
“Kız lan usta, şurdan bana iki lahmacun attırıver ama bol sovanlı olsun he mi?” cümlesiyle, birden bire gözümüzde, damadına beddua eden Kibariye’nin annesine dönüşüvermişti.
“Şöferrrrr….Şöferrrr….Alla senin belanı versinnnnn şöferrrrrr….”
Allah senin belanı versin çakma Afrodit.
İşte o gün bugündür benim travmam olmuştur kendileri.
Şimdi nerede böyle havalı tipler görsem, ilk kendime söylediğim şey “Aman dur Tamer. Önce bir ağzını açsın, yorumunu sonra yaparsın.
Görünüş, etiket, sıfat, güzellik falan…
Hepsi insanı bir yere taşıyor. Ondan sonrası fikir ve zikir!
Hatırlar mısınız bilmem.
Televizyonda manken bir kızımızla röportaj yapmışlardı. Konuşma sırasında, bir ara,Türkiye’nin cumhurbaşkanı sorulmuştu da, manken kızımız da kim olduğunu bilememişti. Çevresindekiler gülmeye başlayınca da, gayet rahat “Hiç gülmeyin. Boşum ama hoşum.” demişti.
Yani, günümüzde de durum tamamen bu.
Kitap okumayan ama canımıza okuyan, hoş ama boş’ların arasında kalmışız.
Y’apcak bir şey yok.
“Kız lan usta, şurdan bana iki lahmacun attırıver ama bol sovanlı olsun he mi?”
***
Bir nefeslik vaktimiz yok artık. Koşuşturarak yaşıyoruz. Dünün keşkelerini ve yarının acabalarını düşünmekten anı pas geçiyoruz. İnsan insana hiç bu kadar t/uzak olmamıştı.
***
Ten teni ısıtmalı, ten tene iyi gelmeli. Yoksa şu hayatımıza doldurduğumuz ıvır zıvır eşyalar bizi kandırmaktan başka bir işe yaramıyor. Bir işe yaramayan ıvır zıvır insanlar gibi.
***
Hiç ölmeyecekmiş gibi cümleler kuruyor insan ve toplasanız tek harf etmiyor yaşamak.
***
Çünkü sevgiden uzaklaşanlar, azar azar ölür bu dünyada.
***
Bir memleket, elleri koynunda, iç çekiyor durmadan…
***
Çok garip bir iktiadar bu. Hem bizi dövüyor, hem de kendi ağlıyor.
Özünüze rast gelesiniz.
Sevgiyle.
t a m e r d u r s u n
….