Türk Edebiyatında “Gül ile Bülbül” Metaforu / Murat Tuncel

Sözlü ve yazılı Fars-Arap edebiyatlarında ilk çağlardan beri yaygın olarak kullanılan “gül ile bülbül” sözcükleri, yazılı Türk edebiyatının erken dönemi olarak kabul edilen on birinci yüzyıl sonu, on ikinci yüzyıl başlarında Selçuklu/Türk edebiyatçıları tarafından da kullanılmaya başlanmıştır.

O zamanlar seçkinler edebiyatı olarak da bilinen divan edebiyatının nazım türleri olan gazel, kaside, beyit ve musammatlar Arap dize ölçü birimi olan aruz vezni ve bu veznin belirlenmiş kalıplarıyla yazılırdı. Ayrıca bu tür manzüm yapıtlarda benzetmeler yapabilmek için belirlenmiş bazı söz kümelerini de kullanma zorunluluğu vardı. İşte bu zorunlu söz kümelerinden biri de “gül ü bülbül- gül ile bülbül” metaforuydu. Fakat divan edebiyatı kuralları gereği “gül ü bülbül” imgesini gazel, kaside, beyit, musammat ve mesnevilerinde kullanan şair ve yazarların hepsi bu söz kümesini aynı anlamda kullanmazlardı.
Tassavvuf şairlerine göre bu imge dinsel mistisizmi, tasavvuf anlayışı dışındaki şair ve yazarlara göreyse sosyal yaşamın gerçeklerini anlatmak için kullanılırdı. Bu durumu biraz açacak olursak, dinsel içerikli (tasavvufi) şiir yazan bir divan edebiyatı şairi, şiir dizelerinde “bülbül’ sözcüğünü kullanmışsa bunun anlamı tanrı aşkıyla yanıp tutuşan ve ona varmak için elinden gelen çabayı gösteren insanı anlatırdı.
Tasavvuf düşüncesi dışında sosyal yaşamın gerçekleriyle şiir yazan divan şair ve yazarlar ise şiirinde ya da anlatısında kullandığı “bülbül” sözcüğüyle çoğunlukla karşı cinsten birine aşık olan ve sevgilisine kavuşmak için varını yoğunu vermeye hazır bir aşığı betimlerlerdi.
Tasavvuf düşüncesiyle şiir yazan şair ve yazarlar şiirlerinde “gül” sözcüğünü mutlak yaratıcı olan tanrı anlamında, tasavvuf anlayışı dışındaki şair ve yazarlarsa ise “gül” sözcüğünü çoğunlukla uğruna baş konulan sevgilinin imgesi olarak kullanırlardı.
Tasavvuf düşüncesindeki şair ve yazarlarca da, tasavvuf düşüncesinde olmayan şair ve yazarlarca da çoğunlukla benzetme amacıyla kullanılan bu sözcük kümesinin her dönemde tüm şair ve yazarlarca kullanılmasının en önemli neden ise bu sözcük kümesinin yeraldığı nazım ve nesre çok boyutlu bir imgesel derinlik kazandırmasıdır. Bu durumu bazı örneklerle biraz açacak olursak, örneğin tasavvuf şairlerine göre gülün her hali mutlak yaratıcı olan tanrının bir başka görünümünü, tasavvuf anlayışı dışındaki şairler içinse sevgilinin türlü hallerini yansıtır. Gülün gonca hali tasavvuf şairlerine göre kutsal varlığın(tanrının) ulaşılmazlığının, tasavvuf anlayışı dışındaki şairlerce uğruna can verilecek kadar güzel olan sevgilinin ilk gençlik yıllarının tazeliğinin imgesidir. Tasavvuf şairlerince gülün yapraklarının sabah yeliyle kıpırdanması tanrıdan gelen yeni bir kutsal emrin müjdecisidir, tasavvuf anlayışı dışındaki şairlere göre ise sevgilinin sabah yeliyle yavuklusuna bir selam göndermesinin işaretidir.
Yukarıdaki açıklamalarımızda da görüldüğü gibi benzetme ve vezin kalıpları kurallarıyla varolan divan edebiyatı aslında bir semboller edebiyatıdır. Kullanılan her söz kümesinin hem sembolik, hem de bir gerçek anlamı vardır. İlk çağlardan beri Fars ve Arap edebiyatının temelini oluşturan semboller ve imgelerle anlatım geleneği Selçuklu ve Osmanlı şair ve yazarları tarafından da devam ettirilmiştir. Fakat Osmanlı şair ve yazarları devraldıkları bu mirası hem geniş bir coğrafyaya yaymışlar, hem de anlatıya kattıkları yeni imgelerle divan edebiyatının içeriğini zenginleştirmişlerdir. Bu geleneğe katkıda bulunan ve yazdıklarını dört cilklik Garib-name adlı divanında toplayan ilk Osmanlı şairi Aşık Paşa’dır. Aşık Paşa, gazel, kaside, beyit ve musammat biçimlerinde yazdıklarını topladığı divanında okuyucularına bol bol tasavvufi telkinlerde bulunur, onların tanrı katına günahsız varmaları için öğütler verir. Aşık Paşa’nın ardılı olan Ahmedi ise hem Aşık Paşa gibi tasavvuf anlayışıyla şiirler, mesneviler yazmıştır, hem de tasavvuf anlayışı dışında sosyal yaşamın gerçeklerini dile getiren yapıtlar vermiştir. İskendername’nin de yazarı olan Ahmedi gazelinden birinin bir beyitinde; “Ey bülbül-ü dil hasta melul olma kafeste/Kim menzilin ol bağ ü gülistan ola birgün.”(Ey gönlü hasta bülbül! Kafeste kederlenme ki, günün birinde o gül bahçesi senin olsun) diyerek gül ile bülbül temasını en güzel şekildedile getirmiştir.
On beşinci yüz yıl şairlerinden Şeyhi ise “ Zamana sırrını ko, ganca gibi ser-beste/çemen sefasına dil guşa olalım” (Bırak feleğin* sırrı gonca* gibi kapalı kalsın/Biz gül bahçesinin sefasına gönlümüzü açalım. ) diyerek gül ile bülbül’ü tasavvufu anlamda kişileştirmiştir.
Yukarıda şiirlerinden örnek verdiğimiz bu iki tasavvuf şairinin tam karşıtı olarak sosyal yaşam figürü olarak “gül ile bülbül” ü şiirlerine konu edinen 18.yüzyıl şairi Nedim de, “Turfe rengarenk-i aheng eylemiş sahrayı pür/Küh ses verdikçe şeyda bülbülün efganına.”
(Dağ çılgın bülbülün feryadına ses verdikçe/ Gül, ovayı ahenkli renkleriyle donatır. Nedim-Kaside.)
“Bir elinde gül, bir elinde cam geldin sakiya/Kangisin alsam, gülü yahut ki camı ya seni”
(Ey saki, Bir elinde gül, bir elinde kadehle geldin/Acaba hangisini alsam, gülü mü, kadehi mi, yoksa seni mi… Nedim- gazel ). Kaside ve gazellerinde gül ile bülbülü sosyal yaşamımızın bir parçası olan iki varlık gibi kullanmıştır.
Nedim’in bu beyitleriyle, yukarıdaki Ahmedi ve Şeyhi’nin beyitlerini karşılaştıran okuyucularımız “gül ile bülbül” meteforunun divan edebiyatındaki kullanılma amacını daha iyi anlayacaklardır umarım.
Yukarıdaki örneklerde de gördüğümüz gibi divan edebiyatı şairlerinin kullandıkları yere ve düşüncelerine göre çeşitli anlamlar yükledikleri “Bülbül ü gül-Gül ü bülbül” tamlaması aynı zamanda çoğu divan şair ve yazarının divanına da ad olmuştur. Gül ü bülbül tamlamasını küçük bir değişiklikle divanına isim olarak koyan ilk Osmanlı şairi Rifai’dir. Adı bülbül-name olan Rifai’nin divanını diğer divanlardan ayıran özellik mesnevinin sonuna eklenen gazellerdir. Osmanlı döneminde yazıldığı bilinen ikinci mesnevi ise Fazlı’nın Gül-ü bülbül’üdür. 1550’li yıllarda yazıldığı ve Şehzade Mustafa’ya sunulduğu bilinen bu mesnevi’nin Türkiye kütüphanelerinde yirmi kadar el yazması nushası vardır. Şairin, tasavvuf anlayışını sistemli bir şekilde ve mesnevi biçiminde yazdığı Gül ü Bülbül adlı yapıt zengin içeriği ve mükemmel tasvirleriyle birçok Avrupalı araştırmacının da dikkatini çekmiştir. Bu araştırmacılardan biri de ünlü tarihçi Hammer’dir. Hammer, içerik bakımından çok zengin bulduğu bu yapıtın özgünlüğünü de çok beyendiği için Almanca’ya çevirip 1834 yılında Peşte’de Das ist Rose und Nachtigall adıyla ve Türkçe özgün metniyle birlikte yayınlamıştır. Hammer’in çevirisini çok başarılı bulan Dora D’Istria da yapıtın birçok bölümünü Fransızca’ya, J.W.Gibb de yapıtın tamamını İngilizce’ye çevirmiştir. On altıncı yüz yıldan günümüze kalan gül ile bülbül adını taşıyan bir başka mesnevi de İznik’li Bekai’nin Gül ü Bülbül’üdür. Divan edebiyatı döneminden ve gül ile bülbül temasını ad olarak alan son divanlar ise Müniri’nin Gülşen-i Ebrar ve Maden-i esrar’ı, Kırım Hanı Gazi Giray’ın Gül ü Bülbül’ü, Halim Giray’ın Gülbün-ü Hanan’ı ve Şemseddin Sivas-i’nin Gülşen Abad’ıdır.
Bülbül’ü, Halim Giray’ın Gülbün-ü Hanan’ı ve Şemseddin Sivas-i’nin Gülşen Abad’ıdır.
Yukarıda bazı alıntılar da yaparak “gül ile bülbül” metaforunun Türk edebiyatında yaklaşık bin yıldır kullanıldığını kısaca açıklamaya çalıştım. Fakat kökeni Şaman düşüncesindeki özgürleşen “ruh”a dayanan bu metafor, anlatıya dayalı sözlü Türk edebiyatında özellikle de Dede Korkut hikayelerinde sıkça ve söyleniş biçimi değiştirilerek kullanılmıştır. O nedenle bu meteforun Türk edebiyatı metinlerine ne zaman girdiğini kesin olarak söylememiz olanaksızdır. Bu meteforun ne zaman ve hangi nedenle edebiyat metinlerimize girdiğini kesin olarak bilmesek de, yaklaşık bin yılı aşkın bir zamandır şair ve yazarlarımızca kullanılmış olması anlamlıdır. Hele hele günümüzde Almanya’da doğup büyüyen, Alman edebiyat geleneğiyle eğitilen Safiye Can’ın bu meteforu, Türkiye’de yaşayan ve orada eğitim görmüş modern Türk edebiyatı şairleri kadar ustalıkla şiirlerinde kullanması daha da anlamlıdır. Benim için anlamlı olduğu kadar da önemlidir.
Tanıdığım günden beri onu izlemeye çalışıyorum. İzlememin nedeni ise kendinden dinlediğim ve okuyabildiğim şiirlerindeki güçlü iç sestir. “Gül ile bülbül” yapıtını okuyacak her okuyucunun, yaklaşan bir çağlayanın sesine benzeyen bu melodik iç sesi duyacağından eminim. Ayrıca okuyucular bu yapıttaki şiirleri okurken bir şairin sevdiği şehri nasıl sözcüklerle seviştirdiğine ve gülün teriyle bülbülün ıslanışına da tanık olacaklardır. Bir başka söyleyişle okuyucu, Safiye Can’ın doğu sembolleriyle süsleyip zenginleştirdiği bir batı şiiri bulacaktır bu yapıtta.
Açıklamalar:
(*) Divan edebiyatı: Türklerin islamiyeti kabul ettikten sonra Arap ve Fars edebiyatını örnek alarak ve bu edebiyatların kurallarına göre meydana getirdikleri yazılı edebiyattır. Bu edebiyatın belirli özellikleri Arap ölçü birimi olan aruz vezni kalıplarına göre yazılması ve sembolik söz gruplarının benzetme amacıyla sıkça kullanılmasıdır.
(*)DİVAN: Edebiyatta şairlerin şiir ve metinlerini biraraya topladıkları kitap anlamına gelir.
(*)Tasavvuf:Tanrı, insan ve evren ilişkisini bir bütünlük içinde açıklamaya çalışan, insanın tanrısal erdemlerle donanmasını amaçlayan dinsel felsefe. Bu felsefenin savunucularına mutasavvif denir. Mutasavvıflara göre her şeyin yaratıcısı olan tanrı mutlak hakimdir. Evrendeki tüm yaratılmışlar gibi insan da bir gün mutlaka yaratan tanrıya dönecektir. İnsanın tanrı huzuruna suçsuz, günahsız çıkabilmesi için de içindeki tüm kötülüklerden kurtulması gerekmektedir. Kötülüklerden kurtulmanın tek çaresi ise ancak tanrıya ibadet etmekle elde edilen bir erdem olarak kabul edilmektedir.
(*)Mesnevi: Beyitlerden oluşan ve her beyti kendi arasında uyaklı olan dinsel öğreti manzumeleri. Aynı zamanda bu tür kitapların genel adı.
(*)Beyit: Dizeler arasında anlam bütünlüğü olan iki dizeli divan şiiri. Gazel gibi bazı divan şiiri türleri beyitlerin belli kurallarla alt alta getirilmesiyle oluşturulur.
(*)Gazel: Belirlenen bir konu, bir kişi için belli kural ve ölçülerle yazılan, beyitlerden oluşan divan şiiri.
(*)Felek: Dünya, evren anlamında kullanılmaktadır.
(*)Gonca: Açılmamış gül.
(*)Kaside:On beş beyitten az olmayan, peygamberleri ve padişahları övgü amaçlı yazılan divan şiiri.
(*)Musammat: En az dört, en çok on dizeli bentten(kıtadan) oluşan nazım biçimidir.
Not: Bu yazı şair ve çevirmen Safiye Can’ın Almanca olarak yayınlanan “Gül ile Bülbül/
Rose und Nachtigall” kitabı nedeniyle yazıldığı için son bölümde şairin şiiri üzerine düşünceler yer almaktadır. (M.T.)
Safiye Can
Rose and Nightingale
With emptiness in my belly
wherever I look
desire completely surrounds
away from the country
of roses and nightingales
whatever I touch
turns to stone.
Like a balloon flies away
from a child’s hand
I’m looking back to the past
the excitement of examination rooms
the exhilaration of the last brushstroke
the calligrapher in Istanbul-Çağaloğlu
Frankfurt Lectures on Poetics
and these days, you’re out of mind
because of happiness.
Away from the country
of roses and nightingales
I pick up lost dreams
and put them in a crystal vase
it’s easier
to save a hundred other lives
than one’s own.
Someone outside there
has lost love right now
on the pavement it lays
in front of someone’s feet
a third one picks it up.
Love and pain, hand in hand
one finds, one loses
one throws away, one burns
in the daylight, in the night
one screams, one falls silent.
Away from the country
of roses and nightingales
at every street corner
a gramophone wails
about my misfortunate
star constellation.
Knights are not always triumphant
dragons are not always enemies.
Nobody entirely changes
we should reveal to each other
our inner-self
which supports from within.
Away from the country
of roses and nightingales
I pick up faded dreams
and plant them in flowerpots
it’s easier
to save a hundred other lives
than one’s own.
Some nights you can’t sleep
because of overtiredness
a crow claws at your thoughts.
Falling in love
is not a question of choice
an attosecond is enough
to make impossible the use of mind
at this time of night.
Love and pain, hand in hand
one finds, one loses
one throws away, one burns
in the daylight, in the night
one is cursed, one is gifted.
Some days
you might lie down
in your own shadow
craving a strangers
hand furrow.
Some find it difficult
to deceive themselves
others to remain true.
It’s neither easy to live
with people
nor to die
lonely.
In the country
of roses and nightingales
someone became the person
I should have been.
Now everything happens
at places, where I am not.
You can roll up in a Kilim
drown in a cup of iced coffee
hug a dandelion
and start to weep.
On my way I pick up lost dreams
and knit them to a scarf of verses
to warm up anyone out there
warm the one who freezes.
He, who never has been frozen
doesn’t know about those
who have experienced cold.
From a distance I observe
the morphology
the depth psychology
study what’s more clumsy
the observer
or everything observed.
Away from the country
of roses and nightingales
shall what more a sculptor be
if he is already a sculptor?
Since he is everything when carving
the arrow and the sword
the visor, the magazine
the surrender, the victory.
In the country
of roses and nightingales
someone became the person
I should have been.
Now everything happens
where I don’t find myself.
Wherever I point my finger
there beats my heart.
You can hide behind a curtain
hush reality
in a glass of Bordeaux
and start crying
while watching a comedy.
On the way I pick up discarded dreams
and wrap them up cozy at home.
In my pocket a watches key
a rope, a rosary
sometimes I pull out one
sometimes the other.
Away from the country
of roses and nightingales
I change the arrangement
of the piano keys
and build new sequences.
On the way I pick up sodden dreams
and hang them on the clothesline
in my heart the heart of a nightingale
I don’t know
where to place the ladder of life
where to put my hands and feet
which mailbox to address my disappointment.
Now, somewhere out there
a sacred place becomes a crime scene
a light bulb shatters
in a Motel room far away
every evening the sun burns down
in a footnote the key of illumination
remains lying.
What else shall a poet be
if she is already a poet?
Since she is everything when writing
the compass, the pelorus
the handle, the blade
the billowing, the target.
On the way I pick up crumpled dreams
and smooth them with an iron
I long for something
which never was mine.
In my heart the heart of a nightingale
on every street corner a saxophone
sings about the tough naivety
of my soul.
Away from the country
of roses and nightingales
everything I touch
turns to stone
a stone is not a rose.
Poem “Rose und Nachtigall” by Safiye Can
Translation by Hakan Ak