Alfabe / Mehmet Hameş

bir alfabe kaybolmuştur, bulanın ödülü: ölümsüzlüktür
a b c ç d e f g ğ: ebruli ebruli ..
A. ay ışığı saklayamaz örümceğin ağı…
gecenin şehveti kuluncuna vuruyordu. oradan hassas yerlerine yayılıyordu. bayılmadan ve bayıltmadan önce, ince dokunmuş, meyan köküyle boyanmış ipeği üstlerine örttü. aşk körlüğü ile teslimiyet sancağını çekti. seviştiği evin gölgesizliğiydi zaman. kör kütük sarhoştu hazdan. yıllanmış iki şişe şarap gibi ona dökülüyordu… her şey birden sustu, kendinde ne varsa her şey. aşkın sihirli küresi kırılmıştı. yağmur bekleyen çiftçinin gökyüzüne bakması gibiydi ona bakışları. bir çığlık patlattı gecenin geç saatinde. öyle çığlıktı ki saatlerce dilsiz bıraktı odayı.
seher dağlardan başlar
iner saçaklarına evlerin
ondandır buyrukçu anlar
kadardır serin soluğu
uyku yorgunluğunu aldığında
seher çatılara çıkar
içine oturur uzun ezgi
kış habercisi bir öyküde
nerede takılır hayali
çiyleşirken varoşlar
seher yakına el sallar
fısıltılar, yorgun masa
hazin masala aldanmış
kaldırımda kaymış kundura
aracılığıyla ayaksızlar
seher çanlara bakar
kitapta tarih öncesi
gibi eski hafızasında
çalışkan öğrenci masasında
gençliği yarına saklar
iki aşık arasında
seher ayaklara sarkar
“meğer erken ölmüş kitaplar kadar sevgi varmış mevsiminde. sahi sende yabancı gelmiyorsun rüyasızlığa; seri cinayetler işleyen, ayrılığa alkış tutan, oyunun baş rolünde oynayan mısın yoksa? aşka tutunamayan, rumuzuna ölü yazdıran anılar mısın, avazınız çıktığı kadar itirafta mısın; ezelden mi ölmüştü içinizdeki saf yanın?”dedi.
taş atılan kuş gibiydi
gözleri cenaze töreni
kalbi okunmamış bir kitap
elleri eskilerde kalmış terzi
yalnızlığına çekildi… çivit mavisi geceliğini giydi. şöyle dedi kalemi: kişiler, kimliklerini örter. her kötülüğü diğerine teyeller, tezat davranışlar sergiler, buz üstündeki paten gibi yer değiştirir durmadan. iki ağızlı acem kılıcı gibi iyiliği bir o yandan bir bu yandan kesmeye başlar ve aşkı taşıdığını zannettiği kalbinin damarları patlar. içindeki sevgi, haz eriği eğriye akar ve dilinin yalanına yol alıp durur. ağzının koyaklarında kurur ve yeni baklalar oluşturur bu birikintiler.
ah, yanılgılar… kimi zaman iyi bir hayat oyuncusu, kimi zaman da köçek yapar insanı bu yanılgılar. o köçek ki; başkalarının işaretiyle çalınan darbuka, zurna ritmiyle hareket eder.
buz yatağında erirse
busesiyle boğar kendini
dök yenilgiyi acıya
çoğalsın yazının hüneri
bahtı kara âmâ
dört duyuyla bulamaz seni
çatışır tuz ocağında
kar etinde bir zenci
kimliği kirli uzlaşma
güne hangi kırımla indi
hangi umutla geleceğe
artık seyrüsefer eylemeli
kuşku engereği ey çatal dil
sil baştan başlanmıyor ki aşka
ah bedenimin can evi
karanfili eksik koklayan âmâ
aşktan kaldır bakiliği
bağışla onu insana
ışığa daldır da harfleri
yaksınlar seni sivas’ta
sokağa çıktı, gölgesini kovdu öteki sokakta. silkelenmiş erik dalı gibi dolmuş durağına vardı. dolu koltukları aceleyle adımladı. tıka basa kalabalığı katlayıp koydu yalnızlığına. çam püründe dinlenen yağmur gibiydi hüzünleri. gördüklerini tarayıp böğürtlen karası kaşlarını dikti ulaşamadığı yerlere. birden: ‘dur inecek var’ diye haykırdı. yolcular duyduğu sesle donakaldı ve dolmuş aniden durdu… orada beklediği yoktu. bedeni soğudu, kaldırım soğudu; sağından solundan yürüyenler buzdan birer heykele dönüşmüştü. içi boşaltılmış top mermisi gibi uğulduyordu kulakları. aşkın karşı tarafındaydı. düşlediklerini kırk kapılı odaya koyup kapıları bir bir kilitledi. gürül gürül akan nehir kurumuş, kocaman şehir kül olmuştu sanki. geçmişi düşledi, geleceği düşledi, kar taneleri gibi eriyip yitti gözbebeklerindeki ve hüzün denizi çoğaldı.
en kıvrımlı acılarımızdır aşk
her mevsimde
geriye tepen tüfek
derin bir iç çekerek yine de şunları yazdı defterine: yaşam bir örümceğin ağına takılmışsa, onulmaz yara bütün bedenini sarmışsa, düşlerin umutsuzluğa dolanmışsa, umutsuzluğu umuda dönüştürmek için uğraşacaksın. silahsız gladyatörün aç aslanlarla savaşması gibi savaşacaksın, yaşamı ve aşkı kurtarmak için. yenilgiyi kader bellemeden yaşayacaksın. ölümle çevrelendiğini, kimsesiz bir mezar toprağında zambak gibi kalışını unutup uzanacaksın yarına. çöl ortasında kozasından yeni çıkmış kelebek gibi kaldığında bir damla su, bir tutam çiçek arayacaksın, aşka ve yaşama ulaşmak için.
bahar niçin yeşile sevdalıdır
niçin kardelenler karda açar
şehrin uzağına gene yağmur yağmıyor. ağaçlar ilkyaz yolculuğunda, kuşlar güneşi konuşuyor dallarda. radyoda bir adam hüzünlü şarkı okuyor. sarı saçlı kadın saati soruyor yanındakine. bahçede birbiri içine girmiş ot töresi; sanki yeşil kocaman bir halı. halının üstünde yirminci yüzyılın dervişi kitap okumakta. sayfada gül ile bülbülü seviştirenin imgelemi.
ah, bu şehirde şehit düşmüş aşk
karşılığı yağmur olan bulutlara gözyaşlarını katıp, yanındakinin de yüzüne hüzün örterek; ‘ışığı saklayamaz örümceğin ağı’ diyerek taş atılan kuş gibi uzaklaştı.