Altın El | Mustafa Söylemez

-1-
Tüm başıma gelenlerin
üzerinden aşağı, yukarı beş bin yıla yakın bir zaman geçmişti. Bilim ve fen
düşmanlarının üzerime döktükleri altın ve kil karışımı, beni kaskatı
mumyalamıştı. Bu fiziksel oluşum bedenimi ve ruhumu bozulmadan
saklamıştı. Gelecek beş veya on bin yıl ilerlerdeki yıllarda yeryüzünde
yaşayıp, yeni çileler yaşamam için bana bir sistemli bir tuzak kurulmuştu.

Yılankale’nin altında büyük bir ülkede Sekizbıyıkların kraliçesi
yaşamaktaydı. Altın Ülke diye bilinen bu dünya yeryüzüyle çok az ilişki
kurmaktaydı. Beni götürüp orada görevlilere vermeleri uzun bir zaman almıştı.
Ceyhan kenti, bu balıkların tüm içsel ve ruhi dünyalarının bir çıkması, bir
kültür müzesi gibiydi. Ben ceza süremi bitirmek üzere iken; mumyam fena bir
şekilde kıpırdamaya başladı. Beni saran altın ve kum karışımı örtü, yer-yer
çatlayıp kırılmaya başladı. Kırıklarımdan kan sızmaya başlayınca, Kraliçe Mihri
beni mezbahane kıyılarında, bir balıkçı çocuğun tuttuğu balıkların arasına
attırdı.
Çocuk tutulmuş balıklar
içinde bir insan eli görünce korktu, çığlıklar atarak kaçtı. Sonra gelen
görevliler büyük bir şaşkınlık ve korkuyla beni hastaneye götürdüler. Orada
yapılan denetimler, araştırma, inceleme ve konsültasyonlar sonucunda beni
‘’eski bir mumya’’ olarak tanımladılar. O geceyi morgda geçirmem
kararlaştırıldı. Gece morgda düşlerimden uyanmaya başladım. Gece yarısı kalp
krizinden ölmüş bir adam yanı başıma konuldu. Bir süre sonra şiirler okuyarak
bu adamın bedeninden ruhu belirdi. Bir süre içeride dolaşan bu ruh,
beni sorguladı. Ben de eski yaşamımda -Antik bir Çukurova Hastanesinde başhekim
olduğumu; beş bin yıla yakın bir zaman önce bacak-kol nakli yapmakta olduğumu
anlattım. Kıskançlıklar sonucu bir iftira atılarak vücudumun yarısının
yakılarak, ruhumun ustalık temsilcisi elime kilitlendiğini anlattım. Altın ve
kum bir dökümün içine usta elimin gizlenip, sıkıştırıldığımı anlattım.
Öykümü uzun bir süre dinleyen
şair; benim adımı bir profesör arkadaşından duyduğunu, antik dönemlerde
bacak-kol ve beyin ameliyatları yapılmış olduğu hakkında onunla
tartıştıklarını, kendisi ile Osmaniye, Araplı’da bir öğle, balık yemiş
olduklarını anlattı. Sonra da, ona Hatay Dörtyol’da ‘’siyah dut’’ ziyafeti
çektiklerini anlattı. Ben de hekim olduğum dönemlerde oralarda uzun yıllarımı
geçirdiğimi, mandalar arasında çocukluğum geçtiğini anlatım. Şimdi bana dokunan
ilk kişiye ruhumun akacağını onun bedeninde kırk yıl kalan ömrümü yaşayacağımı
açıkladım. Bunun üzerine şair;
‘’Benim bedenimde yaşamak ister
misin?’’ Diye bana sevinçle sordu. Ben de;
‘’Sen ölmüş bulunuyorsun, ama
sana yazdıracağım formülü, içinden kırk kez okursan, gün doğana kadar kendi
bedeninde sağlıklı olarak yaşamaya başlarsın. Bana da elini dokundurursan
ikimizin ruhu bir arada kırk yıl yaşayacaktır.’’ Formül: Mi-n=mg/2 bu, bunu
şairin ruhu kırk kez okudu. Şair ayağa kalktı, üzerimdeki altın parçalarını
aldı, elimi elinin içine aldı. Güneş ışırken, temizlikçi kapıyı açtı, bizi
ayakta görünce bayıldı. Onun elbisesini giydik. Açık kapıdan, aşağıdan mutfağın
önünden Ceyhan’a girdik. İkimiz, birimiz olmuştuk.
Artık bundan sonra, sayın okuyucularımız konu karmaşası olmasın diye, ben ve şairi ‘’tek bir kişi’’ olarak anlatacağım/anlatacağım.
-2-
Sabahleyin Ceyhan’da yeni bedenimde
şairle ben dolaşmaya başladım. Yılankale altındaki gizli kentteki kraliçe
aklımdan çıkmıyordu. Mezbahane’ye gittim, Yılankale’yi uzaktan izledik. Sonra
Ceyhan’ın sembolü Demirköprü üzerinden geçtim. Köprüde bir şair arkadaşımla
karşılaştım. Ceyhan bir tarafı oturuma açık olduğu halde Yılankale yönüne doğru
yalnızca pamuk tarlaları alabildiğine uzanıyordu. Burada Orhan Kemal’in
dostları pamuk işçilerini ya görürdünüz, ya da görür gibi olurdunuz.
Büyük yazar tüm yaşamını yoksulların
çilelerini anlatmak için tüketmiş, kendi yaşamını hiçe saymıştı.
Pınaros’un ünlü şairi Ceyhan’da
dolaşıyor, kitaplarının tanıtımını yapıyordu. Birlikte Ceyhan’da bir gazete ve
matbaaya gittik. Oradaki yönetici fotoğraflarımızı çekti. O gün orada bir öykü
ödülü düzenlenmişti. Pınaros’lu şairle bu düzenlemeye davet edildik. Başkan bu
yarışmaya elinden geldiğince özen göstermişti. İssos bölgesinden gelmiş olan
iki şaire oldukça yakınlık gösterildi.
Etkinlikten sonra Yumurtalık ilçesine
dörtlü bir gezi tertip ettik. Orada insanları katleden termik santralinin
korkunç dumanlarına tanıklık ettik. İnsanları çürüten bu yapı bizi çok etkiledi
ve birer şiir yazdık. Pınaros’lu şair bizi Haruniye’de bir şiir etkinliğine
davet etti.
Yumurtalık’da düzenlediğimiz şiir
imza gününde tüm kitaplarımızı tükettik. Pınaros’lu şairin bacanağının evinde
geceyi geçirdik. Gece çok korkunç düşler gördüm. Bu düşlerin tamamında
Yılankale altındaki gizli sekizbıyık uygarlığı beni istiyordu. Kraliçe âşık
olduğu kişinin kollarının yerine yeni kollar takmamı istemekteydi. Beni Ceyhan
Irmağı kıyılarında beklediğini söylemekteydi.
Haruniye’deki şiir etkinliği çok
kapsamlıydı. Orda çok sayıda fotoğraf çekildik. Kastabala antik kentindeki
büyük tiyatroyu dolaştık. Benim yaşadığım yıllardan iz bulmak olanaksızdı.
Yalnız buraya gelen bir profesör, o eski yıllarla ilgili konuşmalar yaptığında
benim yaptığım ameliyatlardan da söz etti. Çok heyecanlanmıştım. Tabletlerde
yazılı olan antik öyküde bacak, çok sağlıklı olmuş ama ‘’aynı insanın bacağı
nakil olmuş:’’ diye yakınma olmuştu. Yani alıcı ile verici aynı denilerek
doktor eleştiriliyordu. Buralar benimde hatırladığım heyecanla dinlediğim
konulardandı.
Bu konuda orada takma elli ve
takma bacaklı İsveç’te oturan ama aslen Toprakkale’li Musa Kanat adlı bir
kişiyle tanıştım. Derya Kaymaz adlı sunucu ben dört kişi farklı yönlere bakan
tuhaf bir resimde da yer aldık. Bu Musa Kanat çok ilgimi çekti, ilginç, derin
ve sevgi dolu konuşmalarını severek dinledim. Olanak verseler de bu adama
kol-bacak nakli yapsaydım. Bunun projelerini yapmaya başladım. Bana bu devirde
ameliyat yaptırmaları olanaksızdı.
Sarpınağzı köyü yakınlarında
balık tutanları seyrediyorduk. Su da elimizi yıkayıp yaşamın doğal güzelliğini
yudumlarken, bir balık gelip elime camdan bir levha bıraktı. Balığı geriye
ırmağa attım. Kâğıdı okumaya başladım. Bu mektup beş bin yıllık bir dille
yazılmıştı. Arkasında dilin şifreleri vardı. Okudum, özetini defterime yazdım.
Camı oraya bıraktım.
Kraliçe Mihri beni acilen
çağırmaktaydı. ’’ Uygarlığımız seni acele bekliyor. Burada kol-bacak nakli ile
ilgili sorunlarımız var. Ceyhan Demirköprü’ye akşam sekizde gel. Başbakanımız
Şahmeran seni özel ırmak uydusuyla sarayıma getirecek.’’ Bu iletiyi alınca yola
koyulmaya karar verdim. Bu arada omzuma oradaki profesör elini koymuştu.
‘’Bu cam tablet çok süper bir
belgedir. Bunu nerden buldun? Bunun değeri yüz ton altına bedel.’’ Diyerek
sevincini belli etti. Ben de ‘’ırmak kıyısında bulduğumu yazıları görmediğimi’’
söyledim. Oldukça ağırbaşlı, düzeyli, saygılı bir biçimde ağzımı aradıysa da;
bir şey söylemedim. Bu tablet balık yumurtasının akından yapılıyordu. Güneşi
gördükten sonra kararıyor, su haline geliyor, yitip gidiyordu. Ertesi gün
öğretmenevinde kahvaltı esnasında profesör bu konuyu açınca herkes güldü.
Özellikle kendini yazarlık alanında oldukça geliştirmiş olan Şakır Bağsever bu
öyküyü çok estetik ve gülünç buldu. Ben de Şakir Hocaya uydum. Profesör çok
kızdı ve Etkinliği terk edip gitti. Birazda kırılmıştı.
Osmaniye
parkında yapayalnız kaldıktan sonra; iri dut ağaçlarını izleyerek tüm sokakları
dolaştım. Osmaniye Çınarlı sokakta aslen Adıyamanlı olan sevimli bir
kunduracıya ayakkabımı boyattıktan sonra Ceyhan dolmuşuna bindim. Elim
titreyerek 4 TL. Ödedim. Demirköprü’ye geldim. Saatimi doldurmak için ırmak
kıyısında saatlerce yürüdüm. Saat dokuz olduğunda sudan bir film yıldızı gibi
güzel şahmeran çıktı. Elini on metre kadar uzaktan ağzıma uzattı. Sanırım elini
öptürmek istiyordu. Yıllardır kimsenin elini öpmemiştim. Elini öpmemden sonra
sanırım elli bin yıllık bir dille;
‘’Amonosefes, kubben’’ dedi.
Dayanılmaz güzellikteki ki göğsünü bir gömlek gibi açtı. Tek bir eliyle
kaldırıp beni içine aldı. Sanırım midesinin içindeydim. Bir süt teknesinde
gibiydim. Omuzlarımdan yukarısı Karafenk yaylasının havası gibi tertemizdi. Bir
uzun yolculuktan sonra Yılankale’nin tam altlarındaki Kraliçe Mihri’nin
sarayına ulaştık. Bir kayanın üzerine bırakıldığımda, Şahmeran sessizce
uzaklaşmaktaydı. İki eski Firavun beni karşıladılar. Doğru kraliçenin bulunduğu
yere gittik. Bir Amasya elması ikiye ayrıldı, sonra elma içindeki dev çekirdek
ikiye ayrıldı. Hemen gözlerime bir gözlük taktılar. Gözlüğün ne olduğunu onlara
sordum.
‘’Karşında hiç dokunulmamış, lekesiz bir
yaşam sürmüş bir kişilik bulunuyor, güzelliği birçok insanı bir anda kör
edebilir. Sen bize gereksin, senden doktor olarak yararlanacağız. Gözlerin
alışsın, gözünü açacağız.’’ Ancak Kraliçe Mihri ummadığım ilgiyi gösterdi. Beni
kucakladı, yanaklarımdan öptü. Herkes şaşkındı. Görülmemiş bir olaydı bu.
‘’Benim konuğumsun. Söz vermeden bir mesajla
çağırmam üzerine sözünüzde durdunuz. Hiç kimsenin göstermediği bir cesareti
gösterdiniz. Arkadaşınızın şiirlerin de derin bir ‘’Ceyhan sevdası
ve Çukurova aşkı’’ yaşıyor. Onu kendime kardeş olarak seçiyorum. Orada o anda
başkaldırıcı, araştırıcı ve sorgulayıcı kişiliğim öne çıktı.
Gözlüğü çıkarıp kenara koydum. Bir
Kastabala sütünü gibi, küt diye yere düştüm.
Bir süre uykulu kaldıktan sonra; uyandım dinlenmem üzere beni özel bir odada
bakıma aldılar. Sağlığım için tüm gerekenler yapıldı. Yüzüğümde bulunan flaş
diksi istediler, buradan iki fotoğraf seçtiler. Bunlardan biri Çona köyündeki
bir kültür festivalinde çekilmişti.
-3-
Musa
Kanat bu fotoğraflarımda vardı. Kraliçe bu fotoğraflara uzunca bir süre
baktıktan sonra;
‘’Bu adamın kafa yapısı biçim olarak ve
bedel ödemede çılgın oluşu nedeniyle benim şiirsel dünyamdaki yaşamımdaki
sevgilime çok benziyor. Ben ilk aşkımı yüreğinde kazanmıştım. Farklı nedenlerle
onunla birlikte olamamam üzerine, kimseyle birlikte olmamaya karar vermiştim.
62 yıllık ömrümde evlenmedim ve kimseyle birlikte olmadım. Yazdıklarımın değeri
beş yüz yıl geçtikten sonra daha iyi anlaşılmaya başlandı. Şimdi sarayımdan
çıkıp yeraltında kazdırdığım hızlı tren yolculuğu ile Amasya’ya gidiyorum. Ben
Amasya’nın en büyük Kadın şairlerindendim. Yeşilırmak’ta sudan bir ejderha
biçiminde dolaşıyorum. Eski yıllarımı ve sevdamı izliyorum. Her geçen gün aşkım
ve şiirim daha derinden anlaşılmaya başlandı. Bu Musa Kanat’a kol ve bacak
naklini burada yapalım. Yeraltı sarayımda bunu gerçekleştirmek için bir proje
hazırlayalım.’’ Dedi, sözleri biter bitmez, büyük bir alkış tufanı koptu.
Fotoğraftaki sunucunun elemli, kaygılı uzaksı bakışlarını inceledim. Musa kanat
sırtını bize dönmüştü. Buradaki dört kişi aynı yürekte ama dört farklı yöne
bakan görünümleriyle ilginç bir estetik oluşturuyorlardı. On dört gün süren
kurul çalışmalarından sonra yirmi beş önemli karar alındı.
Bana verilen görev ‘’Saraydan
yeryüzüne çıkmak ve Musa kanat’ı kurnazca, incitmeyen bir yöntemle yer altı
sarayına getirmekti.’’ Yılankale altındaki Altın Ülke uygarlığında, bu
donanımlı ve eğlenceli gezi çok hoşumuzaa gitmişti. Son gün biyoloji parkında
bir gezi yaptık. ‘’Şiir dünya güzeli’’ olarak tanıtılan bir kadınla
tanıştırıldım. Bir çeşit hapislik yaşıyordu. Dostovievsky’nin ‘’Kumarbaz’’
romanındaki Polina’ya, yaşamı ve yaşam öyküsü olarak çok benziyordu. Çukurovalı
bir şaire âşık olmuş; onun şiirlerine nazireler yazmıştı. Birçok kez evlenme
eşiğine gelmişlerken son anda ayrı kalmışlardı. Üstelik bu şairle
tam evlenme hazırlıklarında iken, gitmiş bir emekli vali ile evlenmişti. Sonra
da tam intihar edecekken; şahmeranın İzmir bölge sorumlusu aracılığıyla Altın
Ülke uygarlığına taşınmıştı. Adı Neslihan Kozak’tı. Çukurovalı bu şairi
bulursam onu alıp getirmemi benden istedi. Ben de onun bu sıcak önerisini geri
çevirmedim.
Rehberime söyledim, bu şairi nasıl
bulacağımızı; bu konuda bir yöntem geliştireceğini, beni Şairin çenesine bir
görünmez kene olarak yerleştireceklerini, oradan da Osmaniye yakınlarında
yeniden kendime dönüşeceğimi bana iletti. Ertesi gün Sarımızı Köyündeki bir
evin kamıştan yapılmış tavanı içine bir pire olarak bırakıldım. Bu eski emekli
öğretmen Halim Çulha’nın eviydi. Sofrada balık yiyorlardı, şair bir şiir okudu.
Balıktan bir lokma almıştı ki. Yüzünden bir delik açıp yüzüne girdim. Yüzü
şişmeye başladı. Şaşırmıştı, yüzü kavun gibi olmuştu. Acilen yanındaki Hasan
Kaya adlı kişi kendini alıp Osmaniye’deki hastaneye götürmesi iki saat aldı.
Hasan kaya çok şakacıydı.
‘’Benim dayımın yüzü de böyle şişti,
üç gün sonra öldü’’ dediğinde, Cezmi Telemi titremeye başladı. Doktorlarda çok
güldüler. Hasan Kaya’ya annesi rahatsız bir bayana davetkâr bakışlar
savuruyordu. Hastanelerde bu tür bakışmalar özel olarak olur ve çok geçicidir.
‘’Bu hastanın neyi var?’’ Diye
güzeller güzeli Çardaklı bayan sorunca Hasan Kaya,
‘’İşte ölüm kâğıdı bu serum bitince,
bu adamcağız ölecek.’’ Dedi. Sözde gizlice duyurmadan söylüyordu. Ama duyurmayı
amaçlıyordu.
Cezmi
serum hortumuna bağlı iken; yüzünün şişmesi durmuştu. Artık bu kavun gibi şiş
iltihabın içinden çıkmam gerektiğini anladım. Birdenbire kendimi dışarı
fırlattığımda; zavallı Cezmi bayılmıştı. Yandaki yatağa uzandım, kavun gibi
büyümeğe başladım. Yarım saat sonra Doktor gelip Cezmi’yi ayılttı. Ben doktorla
bir sohbete girdim. Doktor son bir saat içinde iki mortalite ve bir de Cezmi
gibi anlaşılmaz hasta ile uğraşmakla şizofreni sınırlarına gelmişti. Birkaç
yeni iğne vurulma esnasında benim yardımsever davranışlarım doktoru ve Cezmi’yi
bana dost kılmıştı.
Tüm raporlar geldikten sonra; genç ve zeki doktor bir konsültasyon yaptı. İki
saat sonra, ‘’Kabakulak teşhisi kondu.’’ Ben de içimden Cezmi’ye bu adda bir
şiir yazdım. Doktor bana bir iki soru sordu yerli yerince yanıtladım. Bana bu
yaşta ‘’kabakulak’’ olayı tuhaf geldiği için; doktora iki soru sormak isteği
duydum. Doktor, gülümseyerek ve severek sorularıma yanıt verdi.
‘’Atlas kemiği nerededir?’’ diye sordum.
Doktor kızmadan, oldukça kibar:
‘’Atlas kemiği, kafa ile omurga kemiğini
birleştiren son omurga kemiğidir.’’ Dediğinde iyi bir doktor olduğuna ikna
oldum. Cezmi çok cömert bir çocuktu. Kendisine ne ikram etsem hemen ödemeyi
yapıyordu. Beni iki gün konuk ettikten sonra, Toprakkale’li Musa Kanat’ın
yanına gitmeğe karar verdik. Musa Kanat’ın evini birkaç kişiye sorduktan sonra
bulduk. Yamaçta zeytin ağaçları içerisinde üç katlı kırmızı renk İsveç şatoları
görünümünde sevimli bir evde oturuyordu. Bizleri karşılayıp uzunca sohbet
ettik.
Cezmi özetle şunu anlatıyordu:
‘’Tüm kitap basımları İstanbul yayınevlerince bir tekel altındaydı. Bir kitabı
satılabilir yapmak, beğenilen yapmak İstanbul’daki yayınevlerinin isteğine
tutsak edilmişti. Dünyanın en verimli yazın ve sanat ürünleri antik çağlardan
beri Çukurova çevrelerinde oluştuğu halde; sanki bu verimli olguyu yok etmek
istercesine buradaki sanat ışkınlar-ı acımasızca kırılıyordu.’’Musa Kanat’ta
buna olumlama yaptı. ‘’Dünyanın ilk yazılı antlaşması burada yapılmıştır. 3.
Murşil’in hanımı Puduhepa burada Ramses’le Kadeş savaşı sonucu barış antlaşması
yapmıştır.’’Türünden uzun bir konuşma sonunda Adana’da Taşköprü yazın
derneğinde buluşmaya karar verdik.
-4-
On gün sonra Adana’da
Seyhan oteli yakınlarında parkta buluştuk. Saat 14.30 sıralarında Taşköprü
yazın derneği başkanı Salise Tekke bize bir çay kokteyli verdi. Kraliçe
Mihrime’nin sözünü ettiği Tersakan Irmağı çayından adını almış olan derginin
başyazarı Veli Ozan Emire bizimle derinden ilgilendi. Çukurova bölgesi
yayıncılarını, yazarlarını korumak üzere alacağımız tedbirler konuşuldu.
Toplantı sonunda tarihi birkaç fotoğraf çekilmiştik. Bu fotoğraflardan birinde
benim sol kolum Salise hanımın omuzu üzerindeydi. İki sevgili gibi çıkmıştık.
‘’Sevgilim olsa çok kıskanırdı.’’ diye düşündüm.
O gün Toprakkale’de Musa
Kanat’ın konuğu oldum. Saatlerce mitolojiden söz ettik. Söz dolaştı, döndü
yıllarca önce yapılmış kol-bacak nakline geldi. Ben de kendisine ‘’Yılankale
altında bir altın uygarlık olduğunu, orada çok değerli ameliyatlar
yapıldığını’’ anlattım. Bana inanmadı, ama kavgacı sorgulayan kişiliği
nedeniyle benimle gelmeyi kabul etti. Ceyhan köprüsü altına indik, saat 20.00
olmak üzereydi. Su üzerine bir satır yazdıktan sonra, sesli olarak Sadrazam
Şahmeran on dakikada orada olacağını açıkladı.
Biz Musa Kanat’la konuşurken o
gülüyordu. Kimsenin gelmeyeceğini, benim şakalarımın çok gülünç olduğunu, bana
öykündürmeye çalışıyordu. Su birden kabardı bir fil büyüklüğü kadar şahmeran
kıyıya yaklaştı. Onunla bir iki dakika sohbet ettik. Bu arada iki denizkızı
kıyıya küçük bir tahtırevan bıraktı. Birlikte bindik. Onu izledim, korkusuzluğu
beni korkutacaktı neredeyse. Dostlarım, bu korkusuzluk tuhaf bir şey bulaşıcı
hastalık gibi.
İlk sorduğu Ceyhan Irmağı altında bu
yolculuğu yaparken ‘’oksijenin nasıl oluştuğu oldu?’’ ben denizkızına çok eski
bir ‘’Ceyhan şivesi’’ ile soruyu ilettim. Ayaklarımızın önündeki arkaik
midyenin otuz bin yaşında olduğunu; oksijeni onun ürettiğini bize yıllarca
yetecek oksijeni yüreğindeki bir inciyi eriterek elde ettiğini anlattı.
Musa Kanat benim ilişkilerime bakarak
donanımımı ve kültür düzeyimi görünce: ‘’Sen kaç yaşındasın ?’’ Dedi, ben de
ona , ‘’beş bin yaşında olduğumu sanıyorum’’ Dedim. ‘’İnanılmaz, ama
inanılmazlara inanmak benim mesleğimdir.’ Dedi. Irmağın altındaki yolumuz
toprağı köstebek gibi kazan Sadrazam Şahmeran’ın bir ‘’doru at gibi hızlı’’
gidişiyle sürmekteydi.
Kraliçe Mihrime bizi sarayının
kapısında karşıladığında, yapay gökyüzü Meksika güneşi aydınlığını aratmıyordu.
Musa Kanat ve kraliçe Mihrime derin bir sohbete daldılar. Amasya şiirlerinden,
Tersakan Toros çayından söz ediyorlar. Osmanlıca şiirleri birbirlerine
öykünüyorlardı. Neslihan yanıma gelmiş resimleri inceliyor, Salise Tekke ile
olan fotoğrafımızı kıskançlıkla karşıladı. Tahta merdivenli, üç odalı bir ev
bana tahsis edildi. İki denizkızı beni koruyorlardı.
Gece uyandırıldım, Neslihan kollarıma atılmıştı. İzmir körfezinin tüm
sıcaklığını taşıyordu. Şiir gibiydi. Kendimi onun gözleri içinde yitirdiğimde
artık öğle olmuştu. Öğle yemeğinde Ameliyatı benim yapacağımı duyan Musa kanat
bu işe hiçte olumlu bakmadı.
O da Kraliçe Mihrime’ye
sevdalanmış yalnız ameliyattan sonra Doğu Çukurova’da yapacağı işler olduğunu
söylemiş ve diretmişti.
Çağdaş bilim adamları insanların ikiye ayrılabileceğini savunuyorlardı. İnsan
iki kişilikten oluşuyordu, birisi reflekslerden oluşan istendik davranışları
olmayan, diğeri istendik davranışları olan, uyumlu olarak.
‘’Ben senin iki kişiliğini de
eş olarak kabul ederim. Hangi kişiliğini Doğu Çukurova’ya taşıyacaksın? Bu
konuda karar ver. Ameliyattan sonra götürmek istediğin kişiliğini
götür.’’Diyerek Musa Kanat’a son söz hakkını tanıdı.
‘’Ben halkım için çok bedel
ödedim. Yarı ölü sayılırım. Ameliyata canı gönülden katılıyorum. Ben kavgacı
savaşçı kişiliğimi alıp götüreceğim.’’Diyerek son noktayı koydu. On gün sonra
ameliyatı iki günde bitirdim. Sevgili eşim Neslihan başhemşire olarak bana
yardımcı oluyordu. Ameliyat çok başarılı geçti. Musa Kanat artık her işi
yapıyor koşuyor, aşkı ile gününü gün ediyordu. Sonunda benim de bilmediğim bir
yöntemle Musa Kanat’ı iki kişi olarak bir operasyonla ayırdılar.
Kavgacı ve savaşçı
kişiliğini eski Mezbahana civarında kıyıya bıraktık. Koşarak Osmaniye tarafına
gittiğini gördük. Ben de sevgili Neslihan’la sonsuza kadar altın ülkede
yaşadım. Kraliçe Mihrime ise Musa Kanat’ın kişiliğinde bir eş buldu. Yaşamı
boyunca evlenmemiş bu güzel insan Musa ile evlenip, Altın Ülkede güzel bir
yaşam sürdü.
-son-