BİR CHAT HİKAYESİ / Selma Sayar

Böylesine bir hız faktörü olmasa, mektubun kağıtla veya elektronik ortamda gönderilmesi önemli bir fark yaratmazdı.

Postacılar hayatın ne kadar önemli bir unsuruydu! Günlük uğraşına devam ederken birçok genç kız gözünü pencereden alamazdı. Birçok delikanlı, arkadaşlarına çaktırmadan sokağın köşesinde belirecek postacının yolunu gözlerdi. Okuma yazma bilmeyen komşu teyzeye postacı uğramışsa koşup giderdiniz. Bilirdiniz ki, Almanya’daki oğlundan gelen mektubu okumanız için sizi bekliyordur. Sonraki günlerde de komşu teyze size rastladıkça evine çağırırdı. Yeni yaptığı bir kompostoyu tatmanızı önerir veya yanmayan bir ampulü değiştirmenizi isterdi. Asıl derdi, elbette şu mektubu size tekrar okutmak olurdu. Her seferinde ilk kez dinliyormuş gibi duygulanırdı. Bir gözü pencerede yaşayan genç kız gibi, köşeden dönüp gelecek postacıyı bekleyen delikanlı gibi. Her seferinde ilk kez gibi. Aşk gibi.
Özlemlerin dile geliş biçiminde, sevinçlerin ve hüzünlerin çıplaklığında, içtenliğinde ama biraz da uzaklığında, her türlü ilişkide mektupların postacı aracılığıyla getiriliyor olması belirleyici bir öneme sahipti. “Her türlü ilişkide”, çünkü sadece mektupların iletim süresi değil, genel olarak hayatın hızıydı belirleyici olan.
Bugün; telefon, bilgisayar, cep telefonu gibi ayrı ayrı adlarla ele alsak da teknolojinin temel işlevi hayatımızı hızlandırmasıyla ortaya çıkıyor. Teknoloji, haberleşmek için mesafe engelini ortadan kaldırıyor, iletişim hızını artırıyor, ama “yakınlık”ları da yok ediyor. En yakınımızdakilerle ilişkileri aksatırken, haberleşme hatları üzerinde kurduğumuz iletişimlerde de içtenliği sanki azaltıyor gibi. Hatta bazen, karşımızdaki rumuzdan ve seçtiği bir görselden ibaret kişiyi gerçek insan gibi hissetmek zorlaşıyor.
Yıllarca yakın ilişki içinde yaşadığımız bir dostla mesajlaşırken bile, mektuplaşma zamanında özensizlik kabul edilecek şekilde, adeta telaşla bazı kelimeler gidip geliyor. Yazılı iletişim görüntüsüyle aslında anlık sohbet düzeyini aşmayan, “çalakalem” düzeyine bile ulaşmayan bir iletişim bu.
Böylesine bir hız faktörü olmasa, mektubun kağıtla veya elektronik ortamda gönderilmesi önemli bir fark yaratmazdı.
Fakat mızmızca yakınmaların bir anlamı yok. Bildiğiniz gibi, toplumsal gelişmelerde, içinde çözümü bulunmayan herhangi bir sorun ortaya çıkamaz. Yani eskisi gibi yaşamayı önererek değil, ancak yeni duruma karşı alınacak yeni tavırlarla çözüm aranabilir. Yeni hikayelerle, yeni yollarda yaşayacağız
Gazeteci olarak da tanınan Füsun Saka, Zamansız adlı ilk romanında internet, kadın-erkek ilişkileri, amaçsızca yaşanan cinsellik ve siyasi geçmişle hesaplaşma gibi konuları işliyor.
Efsa,sevgilisiyle buluşmaya giderken yolda kalp krizi geçirip hastaneye yatırılıyor. İyileşme süreci uzayınca kendini oyalamak için chat yapmaya başlıyor. Bu arada her gün kendisini görmeye gelen kocasıyla evliliği yıkılma noktasında, sevdiği adamdan ise haber yok. Hayatına yeni giren “Zamansız” kod adlı chat partneri hakkında hiçbir şey bilmiyor. Adama da bir şey sormuyor.
Yazışmanın başından beri yanıt beklemeksizin anlatıyor Efsa. Adamda merak uyandıran bir dizi öykü yazıyor. Aslında kendi hikayelerini anlatıyor; çocukluğundan başlayarak babayla iletişimsizliği, dış dünyayla ve etrafındaki çocuklarla kuramadığı arkadaşlık, evlerinin yanında bulunan istasyonlar, geçip giden trenler, ergen yaşta evden ayrılması, üniversite sürecinde gözaltına alınıp işkenceye uğraması, ilk sevdiğiyle -Kemal- evlenmesine rağmen mutlu olamaması, sevgili arayışları ve sürekli bir mutsuzluk hali gibi insanın kendine bile itiraf etmekte zorlanacağı konuları adını bilmediği bir insana anlattığı sayfalar, okuduğumuz romanın büyük bir kısmını oluşturuyor.
Zaman/ zamansızlık kavramları önemli birer metafor olarak kullanılıyor romanda. Efsa geçmiş yılların travmasını üzerinden atamadığı ve yaşadığı boşluk duygusunu aşamadığı için evliliğinde de mutlu olamıyor. Adeta savrulur gibi başka tercihlere yönelmesi sorunlarını artırıyor. Kendisini hep arafta, ara bir istasyondaymış gibi görüyor.
Chat arkadaşı Zamansız’a “Ara istasyonda olmak, orada kalmak belki de en kötüsü” diyor:“Ne başlangıç diyebiliriz orası için ne de bitiş. Tam bir arada kalmışlık hali. Bütün iç sıkıntılarının biriktiği bir orta yer. Ara istasyonların, yolun başına mı yoksa sonuna mı yakın olduğuna karar vermek zordur.”
Sığınacak bir yeri yok Efsa’nın. Ama böyle bir arayışı da yok, bir yere gitmek için uğraşan bir kadının romanı değil bu. Çeşitli kesimlerde ve farklı bölgelerde yaşayan ülkemizdeki kadınlar arasında yaygın biçimde içselleştirilmiş çaresizlik halinin anlatısı.
Kimlik bunalımı yaşayan, korkularıyla yüzleşemeyen, geçmişiyle hesabını bitirememiş, mutluluğu tam anlamıyla yakalayamamış, aslında mutluluğu nasıl arayacağını bilemeyen edilgen bir kadın olarak tanıyoruz Efsa’yı. Fakat sayfalar ilerledikçe, Efsa’nın böyle olmayabileceğini de görüyoruz. Bu aynı zamanda bir dönüşüm hikayesi. On yedisinde işkencecisinin önünde iç çamaşırıyla bırakıldığında bile direnen o korkusuz kızdan pasif bir kadına dönüşmenin acısı içinize doluyor.
Toplumdaki kadınların büyük bir kısmının aynı özelliklere sahip olması, Efsa için bir teselli anlamına gelmiyor. Tersine, içindeki yarayı iyileştirmek yerine daha da kanatıyor.Bu çaresizlik hali, okumuş bile olsa kadınları; sosyal hayattan çekip evine kapatabiliyor, eşinin “ Sen çalışma! Evde otur, çoluk çocuğa bakarsın!” söylemi doğrultusunda hareket edebiliyor, kocasının gölgesinde, pasif bir karakter olmayı yeğliyor, en küçük bir sorun karşısında direnmek yerine, kendi gerçekliğinden sıyrılıp çözümsüzlüğü çözüm diye seçebiliyor