Bir Zamanlar Köylerdeki İletişim | Fevzi Durmuş

Artvin
yöresindeki köylerimize 1950’li yıllarda ülke haberleri pek fazla zamanında
ulaşmazdı. Halk olup bitenleri ilçelere giden muhtardan veya komşularından
öğrenirlerdi. Gazetelerden, telefonlardan zaten habersizdik. Elektrik bile
olmayan Ardanuç-Yolağzı köyümde pilli radyoyu ise ancak 1953 yılı yaz aylarında
köyümüze göç eden öğretmen Şükrü Kaya hocanın evinde görmüştük. Annemle gündüz
hoş geldiniz ziyaretine gittiğimizde; Şükrü hoca radyoyu dinlememiz için açmış,
İstanbul radyosu hiç çıkmazken Ankara radyosu da çok parazitli olması nedeniyle
anlamadığımız halde Rus ve Arapları dinlemiştik.
Seçim zamanında politikacıların art arda köye
gelmeleri ile bazı yurt haberleri köye ulaşmaya başlamıştı. İlk defa 1950
yılının ilkbaharında CHP’den Fehmi Alparslan, DP’den de Hilmi Çeltikçioğlu’
köyümüzde Molla Ali Pehlevan büyük dedemizin konağına gelmişler ve köyün ileri
gelenlerine siyasi düşüncelerini aktarmışlardı. Sonra da büyüklerimiz kendi
aralarında bu fikirleri yorumlarken ülke sorunları da köyümüzde konuşulmaya
başlanmış oluyordu. O sene DP ‘sinin iktidara gelmesiyle Yol ve Hayvan
Vergilerinin kaldırılması köydeki taraftarı komşularımızın övünç konusu oluyor
ve ezanın da tekrar Arapça okunması ile övünmeler zirve yapıyordu.
Büyüklerimizin siyasi konuşmaları, ilkokula yeni başlayanları biz ufaklıkları
da etkiler, bizler de sınıfta aramızda siyasi tartışmalar yapmaya başlamıştık.
O zamanlar önemli haberlerden birisi de,
Rusya’nın Kars ve Artvin’i Gürcistan’a tekrar bağlama isteğiydi. Bu haber
halkın büyük öfkesini çekmiş ve eski “Esaret Günlerine” geri mi dönüyoruz diye
halkın ağzını bıçak açmaz olmuştu. İlçelere gidenler, hemen ziyaret edilir ve
olumlu haberlerin duyulması beklenir, ancak olumlu bir haber alınmazdı. Hele
bir gün muhtar Cemal Önür ağabeyin Kala’dan/Ardanuç’tan dönüşünde; köy
çeşmesinde su doldurmakta olan annem ile İfaket Yüksel yengem ile konuşup bilgi
vermesi üzerine İfaket yengenin dolu güğümlerini sinirli bir şekilde kapıp
evine giderken:
-Celal Bahar,Celal Bahar..Sıçtı ortaluğa da
bırahti!… Diye söylenerek hızla yürümesi hala gözlerimin önündedir. Her halde
İfaket yengemiz, köyde DP’li olarak tanınan ve yeni Türkçe harflerle yazılı
Kur’anı ile eski harflerle okuyanları yarışmaya davet eden eşi Veysel amcamızla
bir an önce çekişmek için koşar adımlarla yürüyordu.
O sene okula başladığımız ilk aylarda
eğitmenimiz Gülpaşa Özkan hocamız; sınıfımızda asılı büyük bir resmi indirip
yerine Atatürk resmini asması biz öğrencilerinin ilgisini çekmiş, ancak
nedenini soramamıştık. Okumayı öğrenince ilk işim, bitişikteki boş odaya konmuş
olan bu resmin alt yazısını okumak olmuştu. Resmin altında “Milli Şefimiz İsmet
İnönü” diye yazıyordu. Atatürk resmini ise ablamın kitaplarında çok gördüğüm
için tanıyordum. Okulumuz 1941 yılında eğitmen nezaretinde açılmış üçer senelik
eğitimden sonra dördüncü döneminde ben de sınıflı olanlardandım. Okul açıldı
açılalı 1953 yılına kadar her cumartesi bayrak merasimi yapılırdı. Bayrağımızı
göndere asarken gönder önünde çift sıra olarak sıralanır ve hazır ol
vaziyetinde “Çırpınaydın Karadeniz Marşını”, yüksek sesle söylenirdi. Üçüncü
sınıfta okuduğum o öğrenim yılın ilk cumartesi gününde de; okulumuza yeni tayin
olunan öğretmenimiz Hasan Tekin’den bir “Aferin” almak için bu marşı çok güzel
okuduk. Ancak merasim bitince yüzü iyice esmerleşmiş olarak merasimi yöneten
eğitmenimizin yanına gelen öğretmenimiz ile aralarında bir şeyleri tartışmaya
başladılar. Yanlarından geçerken eğitmenimizin:
-Kursta bize bu marşı öğrettiler. Ben de
yıllardır bunu söyletirim, dediğini duymuştum. İkinci haftada da ise köyümüz
yeni bir marşla, İstiklal Marşımızla inlemişti!…
O sene ilkbaharda tarlaları koşmak için yine
babamın Rıdvan Pehlevan dayıları ile birliktelik /mogdam olmuştuk. Onların iki
çift öküzü, bizim de bir çift öküzümüz vardı. Bir gün bizim Nasudev Tarlamızı
koşuyorduk. Babam pulluğu tutuyor, oğlu Celal Pehlevan ağabey arkadaki öküzleri
idare ederken babama da yardımcı oluyordu. Ben de ortada sıradaki bizim
öküzlerin boyunduruğuna binerek öndeki öküzleri de yönlendiriyordum. Uzun
müddet olaysız bir şekilde sürekli tarlayı koşarken pulluğun aniden bir kayaya
çarpması üzerine öküzler durakladı ve ben de toprağı öptüm!. Celal ağabey
duruma kahkaha ile gülerken:
-Ola Fevzi!..Toprağı avuçla,toprağı.Sarı saplı
bıçak olur.Diye bağırıyordu.Ben düştüğüme utanırken bir taraftan da acı çekiyor
ve ağabeyimin/dadamın dediğini de yapmıştım.Ancak toprağın bıçağa dönüşmediğini
görünce, daha yüksek bir kahkaha da tekrarlanınca iyice utanmış ve sinirimden
ağlamaya başlamıştım.Ama sarı saplı bir bıçağa sahip olmayı da kafama
koymuştum.Yörenin geleneklerine uyarak arkadaşlarım ile Çatal Yoldan geçen
düğün alaylarının/makarların yolunu keser,düğünün yöneticisinden /sağdıcından 5-10
kuruş para alırdık.Tarlalar ekilip çayırları temizledikten sonra boş bir
günümüzde;babama:
-Biriktirdiğim paramla sarı saplı bir çakı
alacam, kimin dükkânına gideyim diye sordum. O zamanlarda köyümüzün
Demirciler/Demurçigil Mahallesinde 3-4 tane sıcak demirci atölyesi/dükkânı
vardı. Aynı dedenin torunları olan bu aileler, çiftçiğin yanında ata sanatları
sıcak demir işleri de yaparlardı. Ürettikleri çapa, kazma, maşa, saç ayak,
hançer ve çakı gibi gereçleri dükkânlarında sattıkları gibi çevre köylere de götürürlerdi.
Sarı saplı çakı olayını anımsadığını belli etmek istemeyen babam danışmam
üzerine:
-Mirza Ustanın dükkânına get, paran yetar mi?
Habuni da al da, boşa getma. Diyerek bir miktar para verdi. Ben de sevinç
içinde Demirciler Mahallesinin yolunu tuttum. Atölyede Mirza amca, oğlu
Necmettin ağabey ve bir de tanımadığım müşterileri vardı. Sarı saplı bir çakı
almak istediğimi söyleyince Necmettin ağabey bir çekmecedeki çakıları gösterdi.
İçlerinde sarı saplı olan yoktu. İsteğim üzerine hazır bir sarı sapa, başka bir
çakının ağzını takmaya başladı. Bu arada Mirza amca yabancı müşterinin işini
yaparken sohbet de ediyorlardı. Çakımın tamamlanmasını beklerken yanlarına
yaklaştım. Mirza amca özetle:
-Geçenlerde hiç gitmediğim bir dağ köyünde Tanrı
Misafiri oldum. Sabahleyin büyük bir gürültü ile uyanınca penceden dışarı
baktım. Kadın, erkek çil çocuk bir bayrak peşinden yürüyüp “Padişahım çok yaşa”
diye bağırıp köyün sokaklarını arşınlamıyorlar mı? Şaştım kaldım. O gün
götürdüğüm araç gereçleri satmış ev sahibimle iyice ahbap olmuştum. Ancak
sabahki gösteriyi çok merak ediyordum. Kendileri gün boyu bana söylemedikleri
için veda ederken gösterinin nedenini dayanamadım, ev sahibime sordum. Ev
sahibim de:
-Yıllar önce köyümüze senin gibi hiç
tanımadığımız bir yabancı gelmiş. Köylüler kendisini güzelce ağırlamışlar.
Ancak gittikten birkaç gün sonra köyü jandarma kuşatmış. Padişah efendimize
bağlılığınızı niçin göstermiyorsunuz diyerek halkı köy meydanında falakaya
çekmişler. Sizi de tanımadığımız için onlardan biri sandık. Onun için
bağlılığımızı bildirdik, der. Mirza amca artık padişah yok, cumhurbaşkanı var.
Diye söylese de adam pek inanmamış. Sözünü tamamlayan Mirza amca bana dönerek:
-Ola Fevzi!.Sen okula
gidiyorsun,bilirsin.Hangisi başımızda;padişah mı? Cumhurbaşkanı mı? Diye
sorunca:
-Elbetteki başımızdaki cumhurbaşkanı. İsmi de
Celal Bayar. Seçimle gelir, padişahlar gibi babadan oğluna geçmez. Padişahlık
kalkalı 30 yıl oldu. Deyince bir “aferin” ile sarı saplı çakımı alarak sevinçle
karışık şaşkınlık içinde evimin yolunu tuttum.
Bu olaya çok şaşırmıştım. Çünkü geçen bunca
zamana ve siyasi çalışmalara rağmen köylümüz, yönetim şeklimizden bile
habersizdi. Günümüzde de birkaç gün önce, bir kamuoyu yoklaması yayımladı. Bu
araştırmaya göre de halkımızın %20 si halen CHP tarafından yönetildiğimizi
sanıyormuş. O zamanlarda şaştığım kadar günümüzdekine şaşırmadım desem daha
doğru olur.
Yakacık,20.03.2017
Fevzi Durmuş