Duymadınız mı? / Ayşe Kaygusuz Şimşek

Öperek uyandırıyorum uykudan. Küçük bedeninde okşayarak dolaşıyor elim. Gözlerini açmadan, gülümseyerek esniyor. “Popomu da ovalasana,” diyor, yumuşacık sesiyle. “Aşkların en güzeli, sütünü getirdim,” diyorum. Koşulsuz seviyorum onu.
“Annem nerde, Anneanne?” diyor.
“İşe gitti, ama akşam annen alacak seni yuvadan.”
“Bu gün okula gitmesem?”
“Olur mu? Bu senin için gerekli.”
Söylediğimi anlamış gibi, bu kez sessizce sütünü içiyor. Yola çıktığımız anda sorular başlıyor. Şimdi arkadaş oluyoruz.
“Ayşe, bak! Bunlar kuşların değil mi? Kuşları dövmüşler mi?” diyor, yola saçılmış kuş tüylerini göstererek. Kaldırımın kıyısında duran, parçalanmış güvercin ölüsünü göstermeden, hızlıca geçiyoruz yanından. Sorusuna nasıl yanıt vereceğimi düşünüyorum. Söylediğim şeyleri hiç unutmuyor. Belleği çok kuvvetli!
“Kuşlar dövülmez bebeğim. Belki üşümüşlerdir. Belki de tüylerini bırakarak, sevdiklerine haber gönderiyorlardır.” Üzülmesini istemediğim için yalan söylüyorum.
“Onlar benim kuşlarım! Değil mi Ayşe?”
“Tabii ki senin kuşların.” O sırada bir köpek görüyoruz çöp kalıntılarının içinde.
“Bu köpek ne yapıyor orada?”
“Acıkmış olmalı, karnını doyuracak bir şeyler arıyor.”
“Annesi ona yiyecek getirmiyor mu?”
“Annesi çok uzaklara gitmiştir belki.”
“Hııı, anladım. O zaman kendisi doyuruyor karnını de mi?”
“Evet, bu doğru,” diyorum. Durakta otobüs beklerken de devam ediyor soruları.
“Arabaların arkasında deliği var de mi?” diyor, eksozu göstererek.
“Evet. Hepsinin deliği var.”
“Bak, oradan ne çıkıyor Ayşe?”
“Kirli gaz, yani kirli hava.”
“Kötü kokuyor de mi? Pis. Biz uzak duralım mı?”
“Bu iyi fikir, uzak duralım tabii.”
Sınırsız öğrenme isteği, ardı arkası gelmeyen sorularıyla, öğretmenine teslim ediyorum; yüreğimin sevincini!
Küçüğüm, çocukluğuma götürüyor beni. Bütün yaşanmamışlıkların acısını çıkarırcasına çocuk oluyorum onunla. Ya da çocukluğumu özlüyorum! Halının üstünde yatıp yuvalanıyorum. Güreşiyorum. Çizgi film, hatta Hacivat ile Karagöz izliyorum. Parkta top oynuyor, salıncağa biniyorum…
Benim hiç olmadığı gibi, çocuklarıma da alamadığım, hikâye ve boyama kitapları, renkli boya kalemler alıyorum ona…
Akşamı iple çekiyorum! Bıraktığım yerden alıyorum küçüğümü. O anın mutluluğunu paylaşıyoruz. El ele düşüyoruz yola. Şimdi, yeniden yağmur gibi sorular.
“Sen bugün ne yaptın? Beni düşündün mü?
“Seni çok özledim.”
“Ben de seni kocaman özledim,” diyor, kollarını iki yana açarak. Bana arkadaşlarını anlatıyor. Öğrendiği tekerlemeyi, oynadıkları oyunları…
Evimize kavuşmanın huzuru içinde çeviriyoruz anahtarı. Ayakkabı ve ceketlerimizi çıkarırken yarışıyoruz. Sonra koşar adım lavaboya, ellerimizi sabunlamaya.
Sofrayı hazırlamaya çalışırken, etek uçlarımı çekiştiriyor.
“Yemeğimizi burada yemeyelim anneanne. İçeride, televizyon da seyrederiz. Ben Şirinleri izlemek istiyorum,” diyor.
Televizyonda bir şey yok bebeğim. Haber saati geldi. Boş ver; yemeğimizi burada yiyelim.
“Hadi anneanne, orada yiyelim. Hem sen, “haberleri izleyelim, dünyadan haberimiz olsun,” diyordun ya, hadi…” diye ısrar ediyor. Gönlümü etmek için, belki de anlamını bilmediği, benim ağzımdan çıkan sözcüğü, bana satıyor.
Onu kırmak istemiyor, sofrayı salona taşıyorum. O da televizyonu açıyor. Reklamların ardından haberler başlıyor. Ekrana “son dakika,” diye bir yazı geliyor. Sunucunun, “Sayın seyirciler; birkaç saat önce İsrail Filistin’i yeniden bombalamaya başladı. Ekranlarınızda sıcağı sıcağına çekilmiş görüntüler izliyorsunuz…” sözleriyle, insanın kanını donduran sahneler peşi peşine sıralanıyor. Çoğu kez benzer sahneleri görmüş olmama karşın, adamın kucağında taşıdığı kolu kopmuş, kanlar içindeki çocuğu görünce, kaşık elimden düşüyor. Toz duman bulutunun içinden insan çığlıkları yükseliyor! Mustafa, büyüyen gözlerime bakıyor.
Korkuyor!!!
Gelip kucağıma sokuluyor.
“Bu çocuğa ne olmuş, anneanne? Kim yapmış? İnsanlar neden kaçıyor? O kadın niye ağlıyor? O adamlar niye yerde yatıyor?”
Donuyorum!!!
“Konuşsana anneanne,” diye göğsümü itekliyor. Dudak ucuyla, “savaş var oğlum,” diyorum.
“Neden savaş var? Hani herkes kardeşti? Kardeşler öldürür mü?”
Yanıt yok! Susuyorum. Susuyorum. Gözlerinin içine bakarak susuyorum! Nasıl anlatabilirim? Düzenin sömürü sisteminden kaynaklanan savaşları! Yüzlerce, binlerce insanın yaşamı, bir kişinin ağzından çıkan sözcüğe bağlı olduğunu! Nasıl anlatabilirim? Şiddeti! İnsan kanıyla beslenen faşizmi!!! Nasıl anlatabilirim, dört yaşındaki çocuğa; bir avuç insan zengin olup, keyfince yaşayacak diye, binlerce, milyonlarca insanın aç kalmasını, acı çekmesini! Çirkinleşmiş çıkar ilişkilerini. Nasıl anlatabilirim? Dünyaya gelirken, din, dil, ırk gibi kimliklerimizi belirleyen olguları seçme şansımızın olmadığını ve yalnızca insanları kimlikleri yüzünden ötelendiklerini, örselendiklerini, parçalanıp bölündüklerini, sindirildiklerini… Nasıl anlatabilirim? Nasıl?
Susuyorum!
Mustafa karşıma dikilip, “Anneanne dilini mi yuttun? Konuş!” diyor. Yine yanıt yok. Gidip televizyonu kapatıyor.
“Oh! Bitti bak. Hadi konuş. Üzüldün mü? Savaş kötü de mi?” diyor.
Boğazımdaki düğümden güç bela kurtulmaya çalışarak, “Evet, çok kötü,” diyorum.
“Barış güzel de mi, anneanne? Hani bir kere, karanlıkta, köprünün orda, büyük otobüse binmiştik ya. Çok otobüs vardı. Çok uzaklara gitmiştik, ikimiz. Küçük yoldaş diye sevmişlerdi beni. Senin arkadaşların Ayhan, Sevgi, Nebahat vardı. Biz orda çay içmiş, simit yemiştik. Kocaman denizin kıyısında oturmuştuk. Ben senin kucağında uyumuştum, yormuştum seni. Çok, çok adamlar vardı. Çok çok kadınlar vardı. Ablalar, ağabeyler vardı. Herkes çok bağırmıştı. “Yaşasın halkların kardeşliği!” demişlerdi. Orada herkes kardeşti de mi Ayşe? Barış da ordaydı de mi? Ben de çok, çok bağırmıştım. Sen beni omzuna almıştın. Birisi fotoğrafımı çekmişti. Bu adam ne yapıyor diye sormuştum. Sen de, “bu adam gazeteci, senin fotoğrafını gazeteye basacak; sesini de çoğaltacak, herkese duyuracak,” demiştin. Duymadılar mı Ayşe? Çok çok, bağırmıştım hani? Boğazım acımıştı. Bağırmıştım “YAŞASIN BARIŞ, YAŞASIN BARIŞ” Duymadılar mı? Söyle.”
Ayşe Kaygusuz