Haftanın Yazarı | Hüseyin Rahmi Gürpınar

1846 yılında İstanbul’da doğdu. Mülkiye’ye kadar okudu ise de öğrenimini yarıda bırakıp memurluğa girdi. 1908’den sonra memurluğu da bırakarak hayatını, on sekiz yaşından beri içinde bulunduğu yazıcılıkla kazanmaya devam etti. Ömrünün son yıllarında bir iki dönem milletvekilliği yaptı. 1944 yılında İstanbul’da öldü ve uzun yıllarını içinde geçirdiği Heybeliada’da gömülüdür.
Edebiyata Ahmet Mithat Efendi’nin korumasıyla giren uzun süre onun etkisinde kalıp, onun izinden giden Hüseyin Rahmi, sonraları kendi kişiliğini buldu. Yine geniş yığınlar için, yine açık, duru ve rahat bir dille eserler verdi; fakat roman sanatında üstadını çok geçti. Usta ve başarılı gözlemlerle, hayatın gerçek oluşları ve insanları ile dolu romanlarında eski ve yerli İstanbul’un güldürücü ve düşündürücü bütün rengini, manzarasını ve yaşayışını bulmak mümkündür. Eserlerinde mizaha ve toplumun hicvine daima geniş yer ayıran Hüseyin Rahmi, bunların hemen hepsinin sonunu, okuyucuya ders ve ibret verici bir biçimde tamamlar ki, bu Ahmet Mithat Efendi’nin onun üzerinden silinmeyen bir etkisi sayılabilir.
Hikâyelerinde daha az başarılı olduğu göze çarpan yazarın basılmış roman ve hikâye kitaplarının sayısı yetmişi geçer. Bunlardan bir kısmının adlan kitabın sonunda verilmiştir.
(Hüseyin Rahmi’nin, kitaba alınan eserlerinden Mürebbiye’de, köksüz ve
dayanıksız eğitimin yetersizlikleri, bocalamaları; Şıpsevdi’de ise rastgele
batıya yönelişle, ısrarla doğulu kalışın çalışmaları etüd edilmektedir.)
MÜREBBİYE
– Romanın Özeti –
Bazı önemli devlet memurluklarında bulunmuş olan Dehri Efendi,
emekliye ayrıldıktan sonra kendisini okumaya ve incelemeye vermiştir. Geniş
konağındaki kitaplarla dolu özel odasında, sayılan ve korkulan bir aile büyüğü
olarak vakarla yaşamaktadır. Konak oldukça kalabalıktır. Kızı, kızının
içgüveylisi olarak evde barınan kocası, okula giden oğlu, ilk karısının
ölümünden sonra bir cariyesinden doğma iki küçük çocuğu, dışarıda kendini idare
edemeyip sonunda ağabeysinin koltuğuna sığınmış kırklık kırk beşlik züppe
kardeşi, kâhya kadın, hizmetçi, uşak, aşçı… hatırı sayılır bir nüfus meydana
getirmektedir.
Dehri Efendi, bir gün, cariyeden doğma iki küçük çocuğunu
eğitmek üzere konağına genç ve güzelce bir mürebbiye alır. Bu, aslında başından
türlü olaylar geçmiş, tesadüfün İstanbul’a düşürmüş olduğu güzelce bir Fransız
kadınıdır.
Mürebbiye’nin konağa gelmesiyle birlikte ortalıkta tedirgin bir hava eser: Dehri Efendi’nin züppe ve işsiz güçsüz kardeşi, konağın damadı, yani çirkin kızının kocası Sadri, ayrı ayrı yollardan Anjel adlı mürebbiye-ye kur yapmaya başlarlar. Kadın, biraz hafifliği, biraz da onları sızdırmak isteği ile her iki adamla da ilişki kurar. Bu arada, çiçeği burnunda bir genç olan okul öğrencisi Şemi de mürebbiyeye yakınlık duymaya başlamış, sonra tecrübesizliğin verdiği heyecanla ona adamakıllı bağlanmıştır. Anjel, ötekiler gibi, Şemi Beyi de idare etmeyi başarır.
Genç Fransız kadını gecelerini, düzenli bir şekilde, bu üç erkek
arasında paylaştırmıştır. Bir süre bu durum kazasız belasız devam ederse de,
ilk olarak kâhya kadın işin farkına varıp, zaten sevmediği bu Frenk kadınına
bir suçüstü yaptırmayı tasarlar. Ancak, o tedbirlerini alıncaya kadar o gece
ziyaretleri tesadüfen bir araya rastlayan erkekler savuşurlar. İftiracı
durumuna düşen kadıncağız da Dehri Efendi tarafından konaktan kovulur. Bu arada
artık karasevdalı hâline gelmiş olan Şemi, mürebbiyenin başkaları ile olan
ilişkisini öğrenmiş, çılgına dönmüştür. Niyeti, Anjel’in ihanetini kesinlikle
ispatladıktan sonra, onu öldürmek, ardından da intihar etmektir.
Genç çocuk, bir gece yansı, beklediği zamanın ve fırsatın
geldiğini anlar: Anjel’in odasında yine yabancı bir erkek bulunmaktadır.
Kıskançlıktan, kinden, öfkeden çıldırmış bir halde mürebbiyenin kapısına
dayanır. Rezelerini önceden gevşetmiş olduğu kapıya bir yüklenişte içeriye
dalar. Anjel’in kılık ve kıyafetinden, korku ve aşırı telaşından içerde birinin
bulunduğu ve bir tarafa sakladığı, gün gibi açıktır. Şemi, orayı burayı fellik
fellik arar; kimseyi bulamayınca aklına odadaki büyük aynalı dolap gelir.
Burası kilitlidir ve anahtarı da genç kadındadır. Mürebbiye, Şemi’nin ısrarla
ve tehditle istediği anahtarı vermemek için olanca gücüyle direnir. Delikanlı,
zinciri koparırcasına çekip dolaba yüklenirken kadın düşüp bayılır. Şemi,
titreyen elleriyle dolabı açar; açar ama gördüğü manzara ile kendisi de
oracıkta bayılır:
Dolaptaki çapkın, onun aklının ucundan bile geçmeyen bambaşka
birisi, saçı sakalı ile bizzat Efendibabası Dehri Efendi’dir.
MÜREBBİYE
– Romandan Bir Parça –
(Şem’i, mürebbiyeye olan şiddetli sevgisi yüzünden, kendisine ortak olan amcasına ve eniştesine esaslı bir gözdağı vermiştir. Şimdi iki haldeş başbaşadırlar.)
“Şem’i korudan savuştuktan sonra amca ile enişte, karşı karşıya oturdukları ağaçların diplerinde birbiriyle hayli sövüşüp sayıştılar, Sadri uğradığı hakareti, zilleti bir türlü hazmedemiyordu… İşte bunun hiç ötesi yoktu. Şem’iden adeta dayak yemişti. O gün Melahat’ı boşayarak yalıdan çıkacağını, efendiye mufassal bir mektup yazarak gerçeği baştan sona kadar anlatacağını, bunları yaptıktan sonra da Şem’iden müthiş bir intikam alacağını, çocuk gibi ağlayarak söylüyor; amca bey de “Elinden geleni arkana koyma” cevabiyle mukabele ediyordu.
Bunlar böyle bol ağızdan birbirine atıp tutmakta, iken, ağaçların arasından küçük zenci köle Beşir, soluk soluğa bir telaşla çıkarak, boncuk gibi parlayan gözleriyle şaşkın, ikisinin de hâline baktıktan sonra beyaz dişlerini gösterip:
– Haydi, haydi beyefendiler, ikinizi de büyük efendi istiyor. Çabuk şimdi istiyor durmak yok… dedi. Beşir’in bu acele tebliği üzerine Sadri’nin o morarmış çehresi sapsan kesildikten başka, amca beyin ağrımayan kalçasına da şiddetli bir sızı yapıştı.
İkisi de birbirlerine dikkatle baktılar. Bu bakışlarında ne hiddet
eseri vardı, ne de güceniklik. Bu yeni felakete karşı çare arayan sorucu birer
bakışla bakıyorlardı. Amca bey, telaşlı bir halde, köleye dedi ki:
– Oğlum Beşir; biz cimlastik trapezinden düştük; işte böyle olduk. Yolda soran
olursa bizden işittiğin gibi söyle…
Beşir gülerek:
– Hu hu hu, hi hi hi, ha ha ha!…
Amca bey hiddetle:
– Ulan ne gülüyorsun?
Beşir hâlâ sırıtarak:
– Niye gülmeyecek? Siz yalan söylüyor… Cambazlık salıncak
aşağı bahçede… Siz orada düştü, sonra bu tepede nasıl çıktı?
Amca bey meyus bir şekilde, Sadri’ye hitaben:
– Aşağı bahçede düştü. Sonra bu tepeye nasıl çıktı. Al sana bir sual… Hem
haklı bir sual. Gel buna bir cevap uydur da ver bakalım. Aşağıda düştü âlâ…
Yukarıya nasıl çıktı ve ne halt etmeye çıktı? Bacak kadar kölesini
kandıramadıktan sonra şimdi koskoca efendisine nasıl meram anlatacağız
bilmem… (Biraz düşündükten sonra) Haydi Beşir sen git, geliyorlar, de. Biz de
şimdi iniyoruz.
Beşir ellerini şıkırdatarak:
– Aşada düştü, yukarıya çıktı… Dombala babam, dombala hay… diyerek, oynaya
oynaya yokuştan aşağıya gitti. Amca bey derin derin düşünerek:
– Damad beyefendi; biz biraderin yarıma gitmezden evvel çoraplarımızın taban
tarafına pamuk, yün gibi şeyler sıkıştırsak fena olmaz. Çünkü bu işin neticesi
falakaya çıkacak zannediyorum.
– Korkma, korkma, kurtuluruz. Güya çarkıfelek gibi dönmek üzere üç kişi
birbirimize sarılıp trapeze çıkmış olalım. Sonra ip kopmuş olsun, biz de
yuvarlanmış bulunalım…
– Bu böyle pek güzel… Ya sonra aşağıda düştü, yukarıya çıktı. Dombala babam
dombala hay?…
Buna ne cevap verilecek?
– O da kolay trapezden düştükten sonra, bir tarafımızın incinip
incinmediğini anlamak üzere koşa koşa koruya çıkmış olalım.
– Ben böyle kalçamın hurda olduğunu ta koruya çıktıktan sonra anlamış olursam
bu ağrı sızıları hissetmekte pek sarkık pek açık kalıyor ama haydi öyle
söyleyelim de Cenabı Hak yardımcımız olsun…
Bu çok gerekli durum üzerine iki rakib artık barıştılar. Yahut da öyle
görünüyordu. Amca bey, Sadri’nin omuzunu dayana dayana bin zorlukla korudan
indiler. Trapezin önünden geçerken çakı ile bir tarafın ipini kestiler. Kopuk
zannedilsin diye de kesilen uçlan pürüzlendirdiler. Bu işi tamamladıktan sonra,
temizlenmek için mutfağın yanındaki çeşmeye gittiler. Aşçıbaşı yine kapıdan başını
çıkarıp:
– Geçmiş olsun beyefendiler; sizi hayvan mı tepti?
Amca bey, ellerini vapur pervanesi gibi çevirerek:
– Çarklı felek!…
Cevabını verdi. Aşçıbaşı hayretle:
– Çarklı felek mi çarptı?…
– Yok canım; senin anlayacağın üç kişi birden trapezden aşağı düştük. Kaza. Ne çare?
Aşçabaşı:
– Trompo (tramvay)’dan aşağı mı yıkıldınız? Ama tuhaf ha? Boğaziçi’ne trampo
işliyor mu?
Beşir, sıçraya sıçraya ortaya çıkarak, aşçıbaşıya hitaben:
– Yok canım trampo değil… Salıncağın ipi kopup, beyler koruya düştüler…
– Hadi oradan defol divane!… Salıncağın ipi koptuklayın,
üzerindekiler koruya mı yıkılır?… Uçurtma mı bunlar, yoksam insan mı? Tövbe,
zorlan günaha sokacaklar!… Nasıl mutfağı boş buldukça tencereden dolma aşırın
mı?
Sonra mutfağa girerek hiddetle çırağına:
– Oğlan, eşekkulaklarını kabartmışsın da dışarıda olan lafları mı dinliyon? Ocakdaki köftelere baksana… Tencere kurumu gibi simsiyah kesilmiş… Tavanın sapından kavra, savur onları (Güya elinde bir avuç tuz varmış da dışarıdakilerin başına serpiyormuş gibi, parmaklarını aça kapaya sallayarak) Tuzlayım da kokma; kambur bana kıntın atıyo… Güya Tosunu kandıracak… Sanki ben işi bilmiyom öyle mi. Bizi çarklı felek çarptı diyo… Kandıramadığını anlayınca trampodan düştük lafını ediyo… Bunlar hep o sakız ağacının marazı… O mürebbiye bu evde kaldıkça daha siz çoook dalaşırsınız…”
Türk Romanları, Ş.Kutlu
Türü: Roman
Yazarı: Füruzan
Kişileri: Emine, Seçil, Başöğretmen Selahattin Kozlu, Nüveyre Öğretmen, Haydar, Ertegün Üsteğmen
ÖZET
47’liler romanı 68 kuşağı da denilen siyasal bir neslin romanı sayılabilir. Romanın kahramanları Başöğretmen Selahattin Kozlu, İlkokul Öğretmeni Nüveyre Kozlu ve kızları Seçil ile Emine’dir. Selahattin Kozlu Erzurum’da bir okulda başöğretmen, eşi Nüveyre Kozlu da aynı okulda ilkokul öğretmenidir. Ailenin lise son sınıfa geçen kızları Seçil, Ertegün Üsteğmen isminde evli bir subaya âşık olunca aile onu İstanbul’daki anneannesinin yanına gönderir. Seçil, liseyi burada bitirir. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun olan genç kız bu kez ünlü ve zengin bir avukatla evlenerek İzmir’e yerleşir. Selahattin Bey’le Nüveyre Hanım’ın tayinleri de Ankara’ya çıkmıştır. İzmir’e yerleşen Seçil’in burada iki çocuğu dünyaya gelir. Ailenin küçük kızı Emine ise 1947 doğumludur. O da büyüyüp üniversite çağına gelince İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’ne girer. Emine, kendisi gibi 1947 doğumlu öğrencilerle birlikte 1969 yılında başlayan öğrenci eylemlerine karışır. Amaçları üniversite reformunu sağlamak ve emperyalizme dikkat çekmektir. Ancak tutuklanır ve işkenceden geçer. Neden sonra salıverilen Emine’yi ailesi Teşvikiye’deki apartmanlarına bırakır. Ancak Emine gibi 1947 doğumlu sevgilisi Kağızmanlı Haydar, hâlâ tutukludur.
Bu esnada İzmir’den gelen haber bütün aileyi derinden sarsar. Selahattin Bey’le Nüveyre Hanım’ın İzmir’deki büyük kızları Seçil, daha önce iki kez teşebbüs ettiği intihar eyleminin üçüncüsünde ne yazık ki canına kıymıştır.
1974 yılında yayımlanan 47’liler romanı Türkiye’nin yakın siyasal tarihine ışık tutan önemli bir eserdir. Kozlu ailesinin kişisel tarihi ile birlikte 1960’lı yılların İstanbul, Erzurum, Ankara gibi şehirlerinden hareketle Türkiye’nin sosyal-siyasal ortamı ile ilgili de önemli gözlemler barındırmaktadır.
Kaynak: Kitap Özetleri, Zambak Yayınları