Küreselleşme ve Şiir / Ayşe Kaygusuz Şimşek

Küreselleşme, sermayenin, son yıllarda hızla çoğalan Çokuluslu şirketlerin, örgütlerin, medya kartellerinin, düşünce kuruluşlarının vs. ülkeler arasında dolaşımıdır. Küçülmüş bir köy gibi gördükleri dünyada, kendilerine pazar alanları açmak, dünyanın yeraltı ve yerüstü zenginliklerine sahip olmak hırsıyla kabaran iştahlarını gidermektir. Ülkeler arası ilişkilerin de belirleyicisi haline gelen sermaye, kendi varlığını koruma altına almak ve devamlılığını sağlamak amacıyla İMF, OECD, Dünya Bankası gibi insanı köleleştirici, hatta işbirliği içine giren iktidarları köleleştirip arka bahçesi yapan kuruluşlar oluşturmuştur. Sermaye girdiği, gireceği ülkelere kendine özgü yasalar çıkarttırıp, kendi özgürlüğünü ve dolaşımını koruma altına almıştır… Kısacası adına ister Yeni Dünya Düzeni deyin, ister liberalizm ya da küreselleşme bu tam da Emperyalist/Kapitalizmin kendisidir.
Küreselleşmenin siyasal, ekonomik, sosyal-kültürel olmak üzere üç boyutu vardır. Markalaşan sermayenin toplumu tüketim toplumu yaparken, dayattığı ürünle aynı zamanda küreselleşme adı altında kendi kültürünü de dayatır. Tüketim ve rekabet içinde dünyanın pazara, insanın müşteriye, sevginin ve samimiyetin yalana, ikiyüzlülüğe dönüştüğü bir yaşamda; konusunu doğa, insan ve insan ilişkilerinden alan sanat/edebiyat da bundan etkilenebilir. Etkilenebilir dediğimiz yazar ve şair dayatılan kültürün edebiyatını yapan, şiirini yazandır. Bu gün yaşananlar için Hüseyin Atabaş’ın, “Günümüzde insanlık örneğin savaşları sürdürerek saçmalıyor olsa da şiir saçmalıklar toplamından oluşmaz ve şiir patolojik bir olgu değildir. Şiirin kendi doğasına özgü gereklilikleri nedeniyle, hiçbir zaman hastalıklı (patolojik) bir düşüncenin ürünü olduğunu ve olacağını düşünemeyiz.” söylemini hatırlatmam doğru olacaktır sanırım.
Yaşamın dile yansımasının sözlü ya da yazılı izdüşümü olan edebiyat tam da burada aydın olmanın sorumluluğunu yüklediği yazarı, şairi yaşamla çatışkılı hale getirir. Söylenenden çok daha fazlasını anlatan şiirin derinliği burada kendi ideolojisini kurmuş, kendi ideolojisini sahiplenmiş olur. Bu sahiplenme düş ve düşüncenin şiire karışarak, şiirin gizil diline katılarak, yaşamı varsılaştırır.
Şiir, ses yapısı, anlamsallığı ve estetik duruşuyla verili dil (gündelik dil), verili yaşam (dayatılan kültür) ile çatışkılıdır. Şiirin çatışkısı ise bütün bozulmalara, haksızlığa, köleliğe, baskılara, isyandır, başkaldırıdır.
“Taşlanmış kot giysin diye kıçınız
Sus/ar/ak yaktım ciğerlerimi” Gül Ağrısı Su, dizesindeki haksızlığa başkaldırıyı, sınıf ayırımını kim görmeden geçebilir. Bu yönüyle şiir devrimci bir eylemdir. Dilin anlam ve imgelerini sürekli geliştiren şair, kurduğu yeni bir dil ile dayatılan kültüre –ben hiçbir zaman hazzetmedim ama siz postmodernizm de diyebilirsiniz- karşı devrimci bir duruş sergiler. İşte bütünün sahibi, iç sesi, ezgisi olması şiirin evrenselliğinde yatar. İnsanlık tarihi boyunca sözlü ya da yazılı anlatım yoluyla kendilerini ve dünyayı anlamaya çalışanlar ile bu insanları ve etkinliklerini kontrol altına almak isteyenler arasında sürekli bir çatışma yaşandığı gerçektir.Buna Yaşar Kemal’in, “Beni sansüre mahkûm edeceğinize idama mahkûm edin. İnsan düşleri öldüğü gün ölür.” sözünü bir örnek vermek yerinde olsa gerek.
Edebiyatın, şiirin tek kullanım aracı olan dil, aynı zamanda insan ilişkilerinin, iletişimin de tek kullanım aracıdır. Bir şiir hangi dile çevrilirse çevrilsin, o dilin alfabesine- gramerine- göre küçük bazı değişimler olmasına karşın anlam bütünlüğünde bozulma olmadan, insanlara aynı duygu ve düşünceleri vermesi, başka dünyalara, başka yaşamlara götürmesi, şiirin asıl işlevinin insanlar arasında duyarlılık oluşturması görevidir. Bu da insanları toplumsal yaşama dahil eder. Onun içindir ki edebiyat ve edebiyatın biriciği olan şiir, insan yaşamı için gereklidir. Burada şunu söylemeden de geçemeyiz. Yazarın, şairin duyarlılığı kadar okurun, insanın duyarlılığı da önemlidir.
Kimileri küreselleşmeyi teknolojinin ilerlemesi, bilginin hızla yayılması olarak görebilir. Bu tartışılabilir ama burada bir gerçek vardır ki paraya hâkim olanların teknolojiyi, insanlığı- insanları, köyleri, kentleri, doğayı vs. yakıp yıkmakta, yok etmekte kullandıklarını unutmamak gerekir. Aynı şey bilgi için de geçerli olduğu gibi bilgi kirliği de az değildir. Hani bu teknoloji ve iletişimi biz emek güçleri olarak kendi örgütlülüğümüz ve insan yaşamının iyileşmesi, güzelleşmesi için kullanabilseydik daha anlamlı ve daha kıymetli olabilirdi.
Düşünecek olursak, Gılgamış Destanı’ndan günümüze kadar oluşan tarih dilin ürünüdür. Dilin devasa gücüdür. Nice tahtlar, saraylar, saltanatlar yıkılıp gitmiş geriye sadece dil ve dilin estetiği şiir kalmıştır. Ve diliyorum ki, şiirin derinleşen, yoğunlaşan, çeşitlenen, renklenen sesi ve imgesiyle, yaratıcılığıyla, hayal gücüyle yeni bir dünya biçimlensin- biçimlendirelim…