Necmi Otçu’nun Masası / “Son-Öteki” | Ayşe Kaygusuz / Müslüm Kabadayı

“içime akıyor ıslak bir ıslık çocukluğum.” Necmi Otçu
Zamansız, mekansız ve özgün insan ilişkilerinin adamı olan Necmi Otçu; şimdilerde zamanı ve mekanı belli, özgün ve özgür bir paylaşımın içinde. Aslında kendiliğinden, “özgür bir örgütlenme” de gerçekleşmiş olan, adına “merdiven altı masa çalışması” dedikleri, öğrenme yolculuğu içinde dostlarıyla. Bu öğrenmenin içinde, “Ben şiirlerimi burada, dostlarımla birlikte yazıyorum.” diyen Otçu, farkındalıkların da farkında olduğunu gösteriyor bize. Yüreklerini masanın üstüne koyan insanlar, sistemin yalnızlaştırma çabasını baş aşağı etmenin keyfini sürüyorlar. Demli bir bardak çayın yanında sıcacık, içten bir gülümseyişi paylaşıyorlar dostça. Bu paylaşımın içinde geçenlerde Otçu’nun yeni çıkan kitabı ‘son-öteki’ vardı masanın üstünde.
Yaşama ve insana dair bütün duyguları içinde barındıran şiirleri, bazen ince, bazen de olabildiğince sert dokundurmuş iğnenin ucunu sahibine. Benim de söyleyecek sözüm var derken, bazen sessiz bir yuvarlanış, bazen de ta uzaklardan kopup gelen bir çığlık olmuş sesi, yürüdüğü yolda.
Günlük dili parçalayarak sanatın muhalifliği budur, diyen Otçu, imgelerle kendini koşullanmışlıktan kurtarıyor. Yaratıcılığının ve içtenliğinin ölçütü olan imgeleri kendince öyle bir yerli yerine oturtmuş ki bir kez okumak yetmiyor ‘son-öteki’ni. İki üç kez okumaya, durup düşünmeye sevk ediyor insanı.
İç ses ve dış gözlemlerini “yaşamı”, benzetme, mecaz ve deyimler kullanarak yaratıcılığını kendine özgü bir biçemde buluşturuyor. Biçemiyse, bazen tek bazen ikili üçlü, bazen de daha çoklu sözcükleri yan yana getirmesinden oluşuyor.
“Şiirde ‘anlaşmazlık’ estetik yaratıcılığın iç devinimine ait bir doğallıktır.” diyen Otçu, bu yönüyle de sorgulamayı öğretiyor bize. Kimliğini kişiliğini, hayata karşı duruşunu ele veriyor, sözcükler yan yana geldikçe. Kendini tanımakla, yaşamı tanımakla başlıyor işe.
“yaşam dediğinin
yaşanmamışlıktan yol aldığını
bir insan nasıl bilmez durmadan
kendini kendine aşk doğurduğunu” (s.5)
Kavgaların içindeki dostluklara ve kavganın içinde bulduğu gerçek dostluğa dikkat çekiyor.
“şimdilerde dostluk
kavganın keyfini sunuyor bize
içime akıyor ıslak bir ıslık çocukluğum
söğüt dalı kokusu birikiyor yüreğimin kıyıcığında” (s.25)
Hayatı alın teriyle kazanmayı, onuruyla yaşamı vurgularken, burnunu sızlatan düşüncelerine, şapkasının tereğinin toza bulanmasına yenik düşmeden “umut” diyor.
bir öfke kanıyor
elimin tersinde burnumun sızısı
hayat yapışıp kalıyor
şapkamın tereğine
bir toz lekesi
şimdi diyorum
durmadan
durmadan şimdi diyorum
bütün zamanlarımla
-aşk duru yorum şimdinin içinde” (s.25)
Sonra umudu tüketen ya da umudu gerçeklemeyen insanlara batırıyor iğnenin ucunu.
“kara sinekler
tarih bitti diyenler
umudu kesince insan geleceğinden
bir dünya kurarlar alın teri değmeyen sözlerden
artık kara sinekler yoldaşları
beslenirler tarihin tersinden.” (s.55)
Giderek tükenen insan ilişkileri, samimiyetsizlik, iki yüzlülük acıtıyor içini.
“yarası ölen bir dünyada
yoğunlaştırılmış naylon merhabalardan
büyümesi çürümüş bir aşk
çıkıyorum yollara” (s.62)
Kanayan yaranın içinde kendiyle barışık olmanın keyfini sürüyor.
“çok inandım insana
çok yanıldım insanda
şunca pişman olmadım
külü rahat bir insanım
inanmak da yanılmak da yakıştı bana” (s.90)
Sonra gülüyor kendine. Bir anlamda da kendine olan inancını koyuyor ortaya. Bu, kendine güvenen insanın kendiyle şakalaşması bir bakıma…
“dişleri cebimde
ellerine düşmüş çığlık
hiçbir şeye değişmediğim
delişmenliğim
boynumdaki koşum” (s.98)
Bakıyorsunuz ezber bozuyor, bir isyanın çığlığı büyüyor içinde. Uzaktakilerin derdini dert ediyor kendine.
komşum diyorum beyaz tabakta
karadutla kiraz gönderdi
aklım fikrim sende kulağım yollara dikişli
tek yol diyorum tek çare
ama hemen her yerde şimdi
afrika’dır büyüyen içimde” (s.114)
Ezilenlerin, ezilmişliğini haykırırken, sorguluyor kendini ve öldürenleri.
“şuncacık bir aklım var
lakin unutmuyor kendisini
allahın şahitliğinde
mevsim-korku-söz-ihanet-nakış
almışım kendimi çembere
kime anlatsam haftalısı almıyor
can-canı-cancağızım
nasıl kılıçtan geçirdiğimi” (s.115)
Bir şeyler canını acıtırken, yalnız olmadığını da görüyor.
canımın acısından
biliyorum
yalnız değilim
hani
kim bilir
nerede o?
şimdi” (s.135)
Öfkeleniyor birden. Sistemin, düzenin çığırtkanlığını yapanlar ve kendilerini aydın diye tanımlayanları buluşturuyor başka dizelerinde. Siz neyin hesabını yapıyorsunuz, bakın da görmeye çalışın diyor.
“kurtarıcılar bağırıyor dört yanımda
‘taşın altına koyun elinizi’
aydınlar bağırıyor ‘koyun taş üstüne taşı’
elinde bir toplu iğne
gülmekten ölüyor taşın altındaki deli? (s.135)
Bir de haziran ve temmuz ayının canını acıtan bir yanına vurgu yapıyor. Geçmişimizi, düzgün insanları, iz bırakan ustaları, eserlerinin adını kullanarak yad ediyor saygıyla. (s.149, 150,151)
Kendinde biriktirdiği onca şeyi sözcüklere çevirmeyi, içini şiire boşaltmayı ?delilik? olarak görüyor.
(ben deli miyim ne bokum
zonk zonk zonklarken yüreğim
ben şiire siliyorum bütün insan ıslaklığımı
ah diyorum, aşk kane boyadı beni”) (s.167)
Biraz babasına, biraz da sokak dilini (küfürü) yumuşak bir şekilde kullanan şairimize (Can Yücel?e) atıfta bulunurken, giderek çoğalan sokak çocuklarına dikkat çekiyor. (s.174)
İnançları uğruna, canlarını veren insanların unutulmadığını ve dönüp baktığında, gelinen noktada canının çok yandığını anlatıyor.
hangi zamana dokunsam beynimin elleriyle
gencecik bir insanla geliyorum göz-göze?
yaşlı ellerim
yaşlı beynim
öyle ıslanmış ki genç ölümlerde
ömrüm gencecik bir ah
durdu duruyor duracak yüreğimde? (s.189)
Ve hala inandığı, insanlık adına özlediği bir dünyanın, özlediği bir yaşamın gerçekleşmemiş olmasını, yüreğinin yarasını dile getiriyor. (s.190)
Yaşamdan damıttıklarını, inanmışlıklarını sevdasına yol yapan yolcu biliyor, sahiplendiği toplumun geçmişini.
ah aşktan yolun yolcusu
kim bilir şimdi hangimiz
hangimizin yakasında
kaç karanfil kurusu? (s.203)
Toplumun çıkarlarını bireysel çıkarlarının önüne koyan grup, iğneyle kuyu kazarak dönüşümü sağlamış ve insanın sürüleşmesinin de önüne geçmiş oluyor. Kolektif bir üretimle de gelişmeyi sağlıyor, insan sevgisini ve mutluluğu var ediyorlar.
Edip Cansever’in dediği gibi, Masa da ne masaymış ha!?
Nemci Otçu’nun Eserleri:
1-Özgün Nehir (2000)
2-Ben Denizsiz Olamıyorum (2002)
3-Benimsenmiş Yollarm (2003)
4-Gülüşümesi (2006)
5-son-öteki (2011)
Ayşe Kaygusuz
“Necmi Otçu’nun Masası / “son-öteki” – Ayşe Kaygusuz” üzerine 2 yorum
Şaban Öztürk
18 Nisan 2012 22:18
yalın bir dilin estetik söylemle nasıl da içindeki anlamı vurucu duruma getirdiğinin örneğidir Necmi Otçu şiiri…
Müslüm Kabadayı
19 Nisan 2012 16:59
Ayşe Kaygusuz’un, fotoğraftaki toplantıda Necmi Otçu dostumuzun “Son-Öteki” yapıtıyla ilgili yaptığı sunumu, daha vurucu hale getirdiğini görmekten sevinç duyuyorum.
Kültürel evrimin bir parçası olarak şairin yaratımındaki evrim bakımından Necmi Otçu’nun şiirindeki ileri sıçrama noktalarına vurgu yapılmış. İyi şiir okuyucuların kitabı bütünlüklü değerlendirmelerine de bir işaret bu.
Ankara Edebiyat Topluluğu’nun oluşum sürecinde üretime dayalı örgütlülüğün güçlenmesi bakımından, ayrıca bunun yeni edebiyat çeperlerinde devinmesi için, insanokur.org’un da platformumuz haline gelmeye başladığını görüyorum. Bu da güzel…
Yeri gelmişken, Ayşe Kaygusuz arkadaşımızın Necmi’nin alıtıladığı sözündeki “anlaşmazlık” kafama takıldı. Bunun “anlaşılmazlık”la bir karşılaştırması var mı?
Müslüm Kabadayı
Necmi Otçu Şiiri ve Poetikası
19 Ağustos 2015 ·
…