Can Eriği | Bedros Dağlıyan

|Halkın Nabzı Gazetesi|
Ayvalar erkenden çıktı bu yıl. Üstelik çok da leziz ve sulu… Kışın ve karlı günlerin şiddetli geçeceğinin göstergesiymiş. Hasan, böyle söylerken, elindeki çay bardağını elinde yuvarlayıp, çayı höpürdeterek içiyordu. Her zamanki elbiseleri vardı üzerinde. İlk bakışta diğer Anadolulu insanlardan ayıramazsınız da… Zaten niçin ayıracaktık ki… Hepimiz bir deliliğin alametlerini gösteriyorduk işte… Zaman, deliliğe yatma hatta kendini deli sayma zamanını göstermiyor muydu? Delilik alametleri göstermek bu kahreden düzende belki de akıllılıktı…
Bir apartmanın bodrumuna sığınmış kahvehane, karanlığını flüoresan ampullerle açmaya çalışsa da karanlığın ve soğuk günlerin güneşsizliğine çare olamıyordu işte… Her kahvehane hatta meyhane de olduğu gibi pembe pötikare masalar ve mavi kireç badanalı masalar zevksizliğin dik âlâsıydı. Hele o boyacıların çizdiği güya manzaralar, dağları çamlarla kaplı göl resimleri mekânı daha da çirkinleştirmekten başka ne işe yarıyordu ki…
Sağda solda gelişigüzel oturmuş bazıları sohbet ederken; kimileri de, başlarındaki güneş ve yağmurdan solmuş, eprimiş kasketleri, bezgin hatta bıkkın halleriyle oturmuş hoçkin oynamaya çalışıyordu. Yancılar her zamanki yerlerini yine almışlardı. Onlar bedava gelen çaylarını küçük yudumlarla bitmesini istemezcesine yudumlarken âdem http:// polislerelmaları çıkıp iniyordu kursaklarında…
– İsmail ,Hasan kiminle konuşuyor yine?
İsmail, elindeki askıyla bir taraftan çayları dağıtırken gülerek cevapladı:
– Sorma abi, bu günkü misafiri ağır. Misafiri Alman konsolosu Şubert mi ne; öyle söylüyor. Bir de Almanca konuşuyor güya…
Başında yine fötr şapkası, boynunda da hayli sıkılıp küçülmüş bir üçgen oluşturan kravatı vardı. Üzerinde lime lime olmuş bir kahverengi pardösü, hayli eskimiş, rengi dönmüş bir gömlek ve bu renklere uymayan yine birilerinin verdiği kimi yeri sökük mavi bir kazak vardı.
Hasan elindeki çay bardağını yuvarlaya yuvarlaya sohbetin belini kırıyordu işte… Karşısında yine içi yarıya dek dolu bir çay bardağı duruyordu. Hasan elini kolunu sallayarak anlatıyordu karşısındaki hayali misafirine… Kimi zaman karşıya geçip misafir, kimi zamanda kendi oluyordu. Misafiri olduğunda sesinin tonunu değiştirip güya farklı bir kişiliği açığa çıkarıyordu. İsmail’in dediği gibi Almanca cümlelerle süslüyordu cümlelerini… Almanca ona kim bilir hayatının hangi döneminden miras kalmıştı? Unutmamış işte…
– Siz diyor, insanları köklerinden, toprağından koparıp köle yaptınız. Bu insanların açlığından, işsizliğinden faydalandınız. Onlar size kanlarını, çocuklarına, karılarına duydukları özlemlerini, açlıklarını sattılar. Zaten hangi insana kendi yolundan, kaderini belirleyerek gitmesi için izin verilir ki? Onlar, yani sürekli olarak oraya buraya itilen insanlar, kendilerini yaşlandıracak, gençliklerini alıp gelecekte onları memleketsiz, kimliksiz bırakacak işlerin peşinden sürüklenerek sizlere teslim olmadılar mı?
Şaşkın bir halde onun konuşmasına kendimi kaptırmış dinliyorum. Hiç kimse kendisini bekleyen acının bütününü bilemez ki… Acıyı ansızın karşısında bulduğunda onu yadsıyıp, yüzünü başka bir tarafa dönecektir. Kimi dinleyenler böyle yaptı, bu haklı sözler karşısında… Sahi, aşılamayacak bir acı var mıydı?
Biz Hasan diyorduk ya, o kendine Can eriği diyordu. Neden Can eriği derdim. Yüzüme bakıp gülerdi. “Can eriği sulu, yeşil kıtır kıtır! Yediğinde bahar dolar içine. Ya, sadece Hasan? Kuru hatta yavan… Sen Can eriği de bana…”
Baharın geldiğini onun cebinden eksik etmediği eriklerden anlardık. Oysa kendi yemez herkese birer tane verir, gülümserdi. Çocuklaraysa birer avuç bırakırdı ceplerine… Nerede yatar kalkardı bilinmez. Kimi, kışın bir hamamın külhanında yatıyor derdi tevatür… Çoğun bir parkta, yeşillik bir alanda yattığını görürdüm. Haydi, yaz ve baharda olur da, ya kışın, soğuk zamanlarda…
1987 kışı tam da zehir zemberek bir kıştı işte… Kar yağmanın sonu gelmemişti. Hasan eline aldığı ekmek parçasını minik minik koparıp kuşların, köpek ve kedilerin gezindiği yerlere atardı. “Onlara yazık olmasın!” Ya sana derdim. Gülerek: “Stoacılar, ölümü ölümle aşarlar. İnsanın kendine biçtiği ölüm ona bir şey yapmaz. Ölümden korkmaya gerek yok…”
Tüm bunları nereden bilirdi, hep şaşardım. Hep birlerine yardım eder hatta bundan zevk alırdı. Birilerinin kendine verdiği bozuklukları hep yoksullar ve düşkünlerle paylaşırdı. Allah insanı düşkün yapmasın; zordur dayanmak deyip ciddileşirdi aniden…
Kimi zaman uzak semtlere gider birkaç ay görünmezdi. Tedbil-i mekân yapıyorum derdi. İşte o da tam da bu soğuk karlı günlerin çok uzun yaşandığı 1987 kışına denk gelmişti. O kış, ansızın ölüm haberi geldi. Nasıl diye sorduk anlattılar. Ayazlı soğuk akşamlarda hep dışarıda yatmış. Yine böyle bir gecede dışarıda kalmış ufak bir erkek çocuğuna ısınsın diye çıplak vücuduyla sarılmış yatıyorken görenler sapık diyerek epeyi dövüp bırakmışlar. Çocuk ertesi gün kendini bulan polislere:
“Hasan Amca beni hep koruyup kollardı. Kimsenin beni dövmesine izin vermezdi. Çok üşümüştüm. Bana sıcak çorba içirip, gece üşümeyeyim diye pardösü ve kazağını verdi. Bana sıkıca sarıldı ki sığındığımız apartman boşluğunda üşüyüp donmayayım. Birileri geldi iğrenç naralar atarak onu feci şekilde dövdü. Yine de bana sıkıca sarıldı ki donmayayım. Sabah ben uyandım üşümüş halde etrafa bakıyordum. Hasan amca uyanmadı. Birileri gelip baktı. Öldü dediler. Caneriği, öldü mü şimdi abiler?”
Her dilde ölüm, gerçek bir acıyı anlatır, dinleyene… Ey ölüm, nerede dikenlerin? Oysa ölüm diken değildi. Hep vardı. Hazreti İsa’nın İncil’de başarmış olduğu mucizevi diriltme kimine göre anlamsız olabilir. Ancak boyun eğmeyen insanların umudunu diri ve saklı tutar mutlaka…
Sonsuzluk bulunana dek bir aradır belki de Can eriğinin vakitsiz ölümü…