Kapatılan Tiyatrolara Dair / Tekin Deniz

Peki tiyatrolar neden kapanıyor?
Jean Vilar:
“Tiyatro suçluyu değil, namuslu insanı sarsar.” demişti. Acaba son 25 yılda suçun, suçlunun, etik olanın, namuslu olanın veya sanatın tanımı mı değişti? Göz ucuyla bakınca da derinlemesine bakınca da sarsılan insan görmekte zorlanıyorum. Evet, buna kimi “insan” tiyatrocular da dâhil!
Tuhaf, uçucu, yoz, sahte bir konfor alanıyla sarıldı dört yanımız. Öte yandan senaristlerin, oyun yazarlarının da kafaları karışık. Öylesine absürt olaylar oluyor ki bunun komedisini veya kara komedisini yapmaya da sanırım utanıyor insan. Hükümet sokaklara çıkmış kilolu vatandaş tespiti yapmaya çalışıyor, şehirlerin girişlerine ve çıkışlarına vergi memurları konulup Deli Dumrul misali vergi toplanacağından bahsediliyor. Bir Muzaffer İzgü veya Aziz Nesin kitabının içinde geçiyor sanki ömrümüz.
Peki tiyatrolar neden kapanıyor? Bu sorudan önce sanırım: “Acaba ustalar nasıl kalıcı oldular? Nasıl kendilerine has bir seyirci kitlesi yarattılar” sorularını etraflıca düşünmek gerek.
Evvela eskiden şıp diye tiyatrocu olunmuyordu. Bu sanat, öyle bir heveslik iş olarak görülmüyordu. Çok yetenekli oyuncular var evet, çok başarılılar evet ama bu yetenek ve başarı hüdayinabit denilen yerden bitme, kendisiyle başlayıp kendisiyle biten köksüz bir temel üzre bina edildiği için sabun köpüğünden öteye geçemiyor. Eskiden belirli ekollerin yanında çıraklık, kalfalık edilirdi. Ulvi Uraz, Haldun Taner, Gazenfer Özcan, Nejat Uygur, Yıldız Kenter, Gülriz Sururi, Ali Poyrazoğlu, Tevfik Gelenbe, Lale Oraloğlu ve daha nice isim sayılabilir. Oyuncular bu ekollerin yanında çalışırlarken, aynı zamanda bu ustaların yarattıkları seyirci kitlesine de ulaşmış oluyorlardı. Söz konusu kitleyle nasıl iletişim kurulacağını, bu iletişim neticesinde sahneye ne tür yenilikler katmaları gerektiğini de az çok kestirebiliyor ve kendi kitlelerini yaratma uğraşına girişebiliyorlardı.
Şimdilerde tarifsiz bir narsizm ile karşı karşıyayız. Bu da 1980 darbesiyle zirvelere çıkarılan sistematik yozlaştırmanın, liyakatsizleştirmenin, sanatın ve toplumun içini boşalmanın bir ayağı değil midir? Bireyin çürümesi! Kendini kendinden ibaret zannetmedi. Kültürü, toplumu, ustayı, çırağı, çevreyi yok sayması! Varsa alkış gelsin, şan gelsin şöhret gelsin! Hep ben sevileyim hep ben konuşulayım oh!
Tiyatro, bence bir yüz metre yarışı değil, ömürlük maratondur. Nice büyük ustanın, ayağa dahi kalkamayacakları hasta vaziyetlerinde, oyun saati gelince uzandıkları yerden tepki verdiklerini biliyorum. Bu nedir? Tiyatro yapmak değil, tiyatronun bizzat kendisi olmak, onu bir ömür yaşayabilmektir. Ancak o zaman bir ardıl yetiştirebiliyorsunuz. Ancak öncülerin değerini bilirseniz dişe dokunur bir devamlılık arz edebiliyorsunuz.
Tiyatrolar elbette pandemiden beri ciddi maddi baskılarla boğuşuyorlar ama tiyatro sahnesi sanatçının gözyaşı dökme ya da yakınma yeri değildir. Yeniyi, çözümü, çareyi üretme gayreti ve ışığı ortaya konulamıyorsa kentin belirli bir semtinde bir perdenin her akşam açılıp kapanması pek bir şey ifade etmez toplum nazarında.
Kaldı ki Yıldız Kenter de Nejat Uygur da tuvalet temizlemişlerdi vaktiyle. Kimisi heykel yaptı sattı, kimi tabelacılık yaptı, kimi ayrıca mobilya ve afiş işlerini yürüttü. Velhasılıkelam o tiyatro yaşasın diye ömürlerini ortaya koyanlar sahiden unutulmazlar arasında yerlerini aldılar.
Fakat şimdilerde onları da pek hatırlayan, pek önemseyen yok. Ne diyordu Hüseyin Rahmi;
“Meydanda cahil kalmadı
Herkes öğretmek hevesinde
Öğrenmek isteyen görülmüyor.
Ne dediğini bilmeyen abuk sabukların taraftarları çoğunlukta. Bütün kürsüleri cahiller istila etti. Gerçek bilginler mütevazi, mahçup, hatta biraz da utangaç köşelerine büzüldüler.”
Memleketin önde gelen rejisörlerinden biri bir şey anlatıyorsa senin vazifen hemen ona cevap vermeye hazırlanmak değil, onun ne söylediğini dolu dolu anlamak, ondan beslenmek, onun birikiminden istifade emektir.
Toplum değiştiriliyor, değerler değiştiriliyor, yozlaşma ve saygısızlık özgüven olarak satılıyor. İçini açıp bir bakıyorsun o özgüvenin: Boş! Ne bir bellek, ne bir donanım, ne bir yeterlilik!
Tiyatrolar kapanıyorsa bunun sorumlusu toplum mudur peki? Yoksa idareciler midir? Hayır, hiçbiri değildir. Tiyatrolar kapanıyorsa bunun sorumlusu yine; konuşmayan, konuşamayan, belirli bir belleğe, saygınlığa, gündem okumasına vakıf olamayan tiyatroculardır.
Bir sanat cemiyetinin, bir kültür ortamının olmadığı memlekette nalbur dükkanıyla tiyatro arasında fark yoktur. Kimsenin kimseden haberi yoksa, açılmalar da kapanmalar da pek önemli değildir.
Duyuyorum, görüyorum, ustaların oyunlarına bir kere dahi gitmeyen genç tiyatrocular, örnek almaları gereken bu ustaları sözde nezaketen oyunlarına davet ediyorlar. Nerede görülmüş ustanın ayağa çağırıldığı. Önce sen bir onu seyret, merhaba de tanış. Bu kadar ben merkezci olup, yerlerini, sıralarını bilmeyenler, elbette kendi kendileriyle kalırlar. Buna yalnızlık değil, eden bulur denir.
Evet, Tiyatro namuslu insanı sarsar demişti Vilar. Fakat önce …
Jean Vilar / Deniz Tekin