Günün Hikâyesi / Unutulmayan Hayat Borcu / Orhan Kibar

Merhametin ve insanlığın kimde olacağı hiç belli olmuyor işte…
İlkokulu, Orta Okulu, Liseyi ve Ankara da bir tıp fakültesini de birincilikle bitiren, çalışkan ve disiplinli oluşuyla tanınan, Halil bey, artık altmışlı yaşlara gelmiş, saçları dökülmüş dökülmeyen saçları da ağarmış okuma gözlüğü boynunda, orta yaşlarda bir doktordu. Kendisine ait özel hastanesinin bürosunda arkadaşları ve yaşıtları olan, Ömer ve Tahsin beyle sohbet ediyordu. Bürosunun önündeki camlı bölmede bulunan sekreterin yanına, mini etekli dekolte kıyafetli aşırı makyajlı iki kadının girdiğini gören Halil bey arkadaşlarından müsaade isteyip kadınların yanına gitti. Kadınlara, “Hoş geldiniz” diyerek bürosuna davet etti. Kolonya ikram ettikten sonra, “Çay, kahve ne alırsınız “diye sordu. Daha sonra da kadınlara sağlık problemleri hakkında aydınlatıcı bilgiler verdi. Kadınlara o kadar iyi davranıyordu ki, kadınlar bile şaşırdı. Ancak Halil beyin kendilerine bu kadar iyi davranması hoşlarına da gitmişti. Memnun olduklarını söyleyip teşekkür ederek ayrıldılar. Halil Beyin bu davranışına şaşıran Tahsin Bey dayanamayıp, Halil Bey’ e:
“ Halil kardeşim bu kadınlara niye bu kadar ilgi gösterip iyi davrandın anlayamadım. Bunlar bas baya barlarda şarkı söyleyen kadınlardan, yahu! Hallerinden anlamadın mı” diye sorunca, Halil bey:
“ Ben hayatımı senin o bar kadınları dediğin kadınlara borçluyum” demesi üzerine, gözleri ayrılan, Tahsin bey:
“ Allah Allah demek sen hayatını onlara borçlusun ha! Nasıl oldu bu iş? Anlat ta biz de öğrenelim” deyince, Halil bey, anlatmaya başladı:
“ Ankara da bir tıp fakültesinde öğrenciydim.1970 veya 1971 yıllarıydı. Kış aylarından Ocak veya Şubat olabilir. Tam olarak hatırlayamıyorum. Okul, sömestr tatiline girmişti. Ben de Ankara dan bir otobüs ile Memleketim Dörtyol a geliyordum.Pozantı ya geldiğimiz sırada, otobüs,hemen yanında lastikçi bulunan bir kamyoncu kahvesi önünde durdu.Şoför ve muavin yolun kapalı olduğunu, en az iki üç saat, burada bekleyeceklerini söylediler.saat on u gösteriyordu.Otobüs çalışmadığı için kaliroferler de ısıtmıyordu. Otobüsün içi iyice soğumuştu. Dışarıda da diz boyu kar vardı. Yolun hemen yanı başından akan dere bile donmuştu. Bütün yolcular otobüsten inip kahvehaneye girdiler. Ben de girdim. Kahvehanenin iki ayrı köşesinde yağ sobası gürül gürül yanıyordu. Üşüyen yolucular, ısınmak için sobaların etrafına doluştular. Kahvehanenin içi çok pis kokuyordu. Ancak dışarısı da buz gibiydi insanlar donmamak ve biraz olsun ısınabilmek için o pis kokuya katlanmak zorunda kalıyorlardı. Ben pencereden etrafa şöyle bir bakındım. Az ileride derenin öbür tarafında, derme çatma bir binanın kapısında, büyük harflerle “ÇORBA BİR LİRA” yazıyordu. Çorba yazısını görünce, karnımın acıktığını hissettim. Cebimde beş liram vardı. Gidip bir çorba içeyim bari diye düşünüp, kahvehaneden çıktım ve donan derenin üstünden geçip, çorbacıya girdim. On beş yirmi dakikada çorbamı içip, tekrar döndüğümde, otobüsün yerinde olmadığını gördüm. Benim arandığımı gören lastikçi,”Yoksa sen o giden otobüsün yolcusu musun?” diye sordu. Bende evet karşıya çorba içmeye gitmiştim. Otobüsün şoförüyle muavini iki üç saat bekleyeceklerini söylemişlerdi, dedim. Lastikçi, “Otobüs gitti ama peşinden gidersen yakalarsın bak karşı yamaçta bütün araçlar tespih gibi dizilmişler” demesi üzerine ben hemen araçların konvoy oluşturduğu karşı yamaca doğru hızlı hızlı yürümeye başladım. Arkadan gelen Kamyon, Otobüs, otomobil, ne gelirse gelsin, durmaları için el kaldırıyordum. Ama hiç kimse durmuyordu. Ben yürümeye devam ediyordum. Amma artık ayaklarımı hissetmez olmuştum ayaklarımı zorla kaldırıyor yürümekte iyice zorlanıyordum. Sanırım ayaklarım donmak üzereydi ki hemen yanımda bir otobüs durdu. Otobüsten, ağır makyajlı, Kürklü mantolu kadınlar indiler. Koluma girip beni otobüse bindirmek istediler. “Hadi ayağını kaldır otobüse bin” diyorlardı. Ama benim ayağımı dahi kaldıracak halim yoktu. İyice kaskatı kesilmiştim. Zaten o anda baygınlık geçirdim. Kadınlar benim baygınlık geçirdiğimi görünce telaşlandılar. Üzerlerindeki kürkü mantoyu benim üzerime sararak, otobüsün içindekilere “Görmüyor musunuz çocuk donmuş ölüyor. Tutun şu çocuğu, çekin içeri” diye bağırmaya başladılar. Beni karga tulumba otobüsün içine çektiler. Otobüsün içi sıcacıktı, Çünkü otobüsün orta koltuklarını sökmüşler yerine kocaman bir soba kurmuşlardı. Soba da gürül gürül yanıyordu. Kadınlar, “Sana ne oldu böyle, bu karda kışta niye yollardasın” diye sordular. Ben cevap vermek için, konuşmak istediğim halde konuşamıyordum Çenem donmuş, dilim dönmüyor, ahraz gibiydim. Bu halimi gören kadınlar daha da telaşlandılar, kadınlardan biri ayakkabılarımı, çoraplarımı çıkarıp, ayaklarımı çıplak göğüslerinin arasına aldı. Bu arada bir başka kadın, elleriyle yüzümü ovalarken, bir başka kadın da, ellerimi hızlı hızlı ovalıyordu. Beni ısıtmak için, ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Sobanın üstündeki sıcak çorbadan bir kâse çorba içirdiler. Bir iki saat sonra kendime gelebilmiştim. Kadınlar kendime geldiğimi görünce sevindiler, darbukacı, klarnetçi ve kemancı, oynak havalar çalıp, oynamaya başladılar. Benim şaşırdığımı görünce, “Bu gördüğün otobüs bir çadır tiyatrosunun otobüsü, Mersin e fuara gidiyoruz. Bizler, çadır tiyatrosunun şarkıcısı, kantocusu, sanatçılarıyız” dediler. Bunun üzerine ben de, Ankara da bir tıp fakültesinde öğrenci olduğumu, sömestr tatili dolayısıyla, memleketim Dörtyol a giderken, Pozantı’ya geldiğimiz de, otobüsün şoförü ve muavini, yolun kapalı olduğunu, iki üç saat bekleyeceğini, anos etmeleri üzerine, ben de bir çorba içeyim dedim. Çorbamı içip, tekrar döndüğümde, otobüsün yerinde olmadığını gördüm. Oradaki lastikçi Otobüsün beni bırakıp gittiğini anlamış olacak ki “Senin otobüs gitti. Ama fazla uzağa gidemez. Bak, karşı yamaçta, peşinden gidersen yakalarsın” dedi. Ben de çaresiz, otobüsün bulunduğu karşı yamaca doğru, yürümeye başlamıştım. Otobüse ulaşmak için yürürken sanırım donuyordum. Beni sizler kurtardınız. Diye, durumu anlattım. Kadınlar, çok kızmışlardı. Hep bir ağızdan, “Seni almadan nasıl hareket ederler. O otobüsün şoförünü de muavinini de bir güzel dövmek lazım” diyerek küfürler ettiler. Bu arada ben, nereye kadar gelmişiz diye dışarıya yola baktım.İki saatten beri, Pozantı dan Tekir e ancak gelebilmişiz. Konvoy sanki adım adım gitmiş. İki üç yüz metrelik konvoyun önünde bir iş makinesi çalışıyordu. İş makinesinin hemen arkasında, konvoyun en önündeki otobüsü tanıdım. Heyecanlanarak, kadınlara işte! şu en öndeki otobüs beni bırakıp giden otobüs demem üzerine, bütün kadınlar otobüsten inerek, “Hadi! Gidip bu işin hesabını soralım” dediler. Hep birlikte yürüyerek otobüsün yanına gittik. Otobüsün kapısı açılır açılmaz, Kadınlar ayakkabılarını çıkarıp, ayakkabılarının topuklarıyla, otobüsün muavinini dövmeye başladılar. Bir yandan da, “Sen utanmıyor musun bu yolcunu bırakıp gitmeye, çocuk az kalsın donup ölüyordu. Seni ahlaksız terbiyesiz adam” diye küfürler edip bağırırlarken, Otobüsün şoförü, “Ne oluyor, ne istiyorsunuz, derdiniz ne” diye sorunca, kadınlar hep birlikte, Şoföre de küfürler ederek bağırmaya başladılar. Bu arada, benim yerimde birinin oturduğunu söylediler. Kadınlar bu sefer de benim yerime oturan adamı da küfürler ederek tartaklamaya başladılar. En sonunda durum anlaşılmıştı. Benim yerime başkası oturduğu için, şoför, yolcuların tam olduğunu zannederek hareket etmiş. Kadınlar, şoföre ve muavine, “Yine de daha dikkatli olmanız gerekirdi, ceza olarak bu çocuğu evine kadar bırakacaksınız” demeleri, üzerine, şoför ün, “Tamam hanım ablalar siz hiç merak etmeyin. Bu genci ben evine kadar bırakacağım” demesine rağmen, kadınlar, bana bir kartla telefon numarası verdiler ve bana, “Seni evine kadar bırakmazsa bizi ara bu şoföre en ağır ceza verilmesi için her yere şikâyet ederiz” dediler. Ben kadınlara teşekkür ederek geçip yerime oturdum ve yolculuğuma devam ettim. Dörtyol a geldiğimiz de hava kararmak üzereydi. Otobüsün şoförü, Dörtyol un daracık sokaklarından zorla dönerek beni evime kadar bırakmıştı” diyerek, anlatmasını bitiren Halil bey, “İşte! Bu yüzden o kadınları hiç hor görmem. Nerede olursa olsun, her zaman yardımcı olur iyi davranırım” demesi üzerine, Tahsin bey biraz utanarak biraz da mahcup:
“Merhametin ve insanlığın kimde olacağı hiç belli olmuyor işte, Halil kardeşim” diyebilmişti.
– SON –